İnsani duyguların harekete geçmesi için vicdanların uyanması ve uyanık kalması gerekir
Cihan Aktaş tarafından Dünya Bülteni'i için yapılmışGökçe Değirmen, Suriye'deki iç savaştan sonra Türkiye'de sığınmacılarla ,ilgili bir farkındalık oluşturmak için kurulan Suriyelilerle Dayanışma Platformu'na ismini veren kişi. Şimdilerde Vicdan hareketi isimli platformun çatısı altında mültecilerle ilgili çalışmalarına devam ediyor. Gökçe Değirmen ile Suriyeliler üzerine yaptığı çalışmalarla ilgili konuştuk.Cihan Aktaş: Sevgili Gökçe Değirmen, ben seni "Kitap Fuarı'na Bisikletiyle Gelen Kız" olarak tanıdım. Sonra Parkta barınan Suriyeli kadınların yanında gördüm. Gençlerin yozlaştığı söylemine karşı aklıma ilk gelen isimlerden birisin. Bu yardımsever ve özverili kişiliğin nasıl geliştiğini merak ediyor ve cevabını okuyucularımız da öğrensin istiyorum.Gökçe Değirmen: Gençlerin yozlaştığı söylemi belki önceki nesillerde de yeni gelen nesil için hep söylenegeliyordu. (Gülüyor) Elbette doğruluk payı vardır ama her gelen nesli de sonuçta bir önceki nesil inşa ediyorsa sadece gençlere yüklenilmesini hep şüpheli bulmuşumdur.Ben gençlikten gayet umutluyum yozlaşmaktan kasıt düşünen sorgulayan ve ayrıştırıp dayatılan yerine kendi tercihlerini belirliyor olmaları ise ben de yoz nesilim galiba. (Gülüyor)Yardımseverliğin insanlık eksenindeki insani değerlerden en insana dair özellik olduğunu bunun yanı sıra inancım gereği de yardımlaşmanın bir emir olduğuna inanıyorum.Yolda yürürken ihtiyaç sahibi birini gördüğümde tüh tüh, vah vah, Allah yardım etsin; devlet, belediye falan yardım etsin; bir sürü dernek var, canım biri yardım eder inşallah... gibi cümleler kurmayı işin kolayına kaçmak olarak düşünüp, "Yahu Allah yardım etmek için beni aracı kılmış zaten, e apaçık da ayetler var yardımlaşın diye, ben neden yanından böylece geçip gideyim ki…" diyerek başladı ilk zamanlar.Bazı ailelerin evlerine kadar gidip hemhal olup sıkıntılarını X derneklere ileterek, aileden pek çok evrak tedarik edip pek çok yere başvurup müspet sonuçlar almayarak… Ve sonunda yok bu iş böyle olmayacak diyerek kolları sıvayarak...Bu yapmaya çalıştığım şey; hem içimden gelen durduramadığım durdurmayı da zaten hiç düşünmediğim, yaşama-birlikte yaşayabilme sevincim, hem de bir buyruğu yerine getirme çabası, neşesiyle beni hayatta vasatlıktan kurtaran bir şey.Sanki ruhumuzun da organları var ve bu şey sanki ruhumun kalbi… Bu iman ve salih amel dairesinden uzaklaşır ve bir şekilde tek bir gün yardımsız geçerse bir şekilde ruhumda kanser başlayacağını düşünüyorum.Ruhta başlayan kanser… Aslında kendimizi koruduğumuzu sanırken hastalanıyoruz. Duyarsızlaşmanın olağanlaşmasını ne güzel anlattın. Öyle duyuyorum çünkü. Hepimizin farklı farklı imtihanı var burada, kiminin ki yokluk mesela. Kiminin imtihanı da o yokluk içindeyken onun yanında olup olmadığı... Ben yanlarında olabileceğime kani oldum. Ve buna başka insanları da ikna ettim etme yolundayım. Bir insanın tek başına yapabileceklerinin de elbet bir sınırı vardır ama bir insan bir sürü başka insanı ikna eder ve hepsi birleşirse hiçbir sınır mani olamaz iyiliğe.Kendini biraz anlatır mısın? Nerede doğdun, yetiştin? Nasıl bir çocuktun? Gençliğini, genç olmayı nasıl hissediyorsun? Eğitim hayatın nasıl şekillendi? Mesela hangi alanda tahsil görmeyi istedin ve şimdi hangi alanda tahsil görüyorsun?İstanbul/Süleymaniye'de yıllarca çocuk hasretiyle imtihan olmuş bir aileye artık şükür ile imtihan için gönderilmiş bir emanettim. Çocukluk yıllarını aşık olduğu babasının işçi olarak gittiği Libya'dan dönmesini özlemle bekleyerek beklerken de yaramazlıklarıyla anasını bol bol üzerek geçirmiş mahalleye illallah dedirtmiş gerçek bir haytaydım.Gençliğimin başrolde kendimin olduğu ve çok hızlı geçen bir film olduğunu düşünüyorum. Bir hediye gibi elimize verilmiş onunla iyilik ya da kötülük yapıp yapmayacağımız kendi irademize bırakılmış (ama başıboşta bırakılmamış) ve sonra bizden geri alınıp başkalarına verilen sihirli bir değnektir gençlik. Bilene nimettir ve çok acı ama hayat genelde hep gençlerden yanadır.Eğitim hayatım hayalini kurduğum gibi şekillenmedi zira İmam-Hatip mezunuydum... Ben ve pek çok dönem arkadaşımın pek çoğunun eğitim-öğretime dair hayalleri o zamanki mevcut sistemin islamofobi ve bir türlü geçmez başörtü alerjisi nedeniyle talan olup gitti.Peki, sen tahsil hayatını nasıl sürdürdün? Kesintiler yaşadın sanıyorum.O dönem milyonlarca inançlı ve bu inancına göre bir yaşam biçimi seçmiş insanın üzerine 28 şubat adında bir kabus çöktü ve yıllar içinde muktedirler değişmiş çok sular geçmiş gibi görünse de ne yazık ki o kabus hala o gitmedi. Ben bu dönemi Beyazıt meydanlarında başörtüsüyle direnerek ve coplanarak geçiren milyonlarca kadından biriyim. O vakitler en büyük idealim İstanbul Hukuk'tu.Mezuniyetimden tam on beş yıl aradan sonra İHL mezunu olduğum için puanımın kırılacağını bile bile bir heves sınava girip iki yıllık bir özel bir M. Y. okulunun fotoğrafçılık bölümünü kazandım. Bölümümü seviyorum fakat okulumu sevmiyorum. Çünkü bu aslında benim tercihim gibi görünse de tercih etmek zorunda kaldığımdı. Hayalimdeki okulla uzaktan yakından hiçbir alakası yok hatta zıtlar. Ben de o zamanki Gökçe ile uzaktan yakından alakasız görünüyorum belki de bundandır...Bana öyle gelmiyor gerçi, yani ben eski Gökçe’yi tanımıyorum ama gördüğüm kadarıyla vazgeçmeyen birisin, seni harekete geçiren öfke bile yapıcı. Yaşadıkların ve tanıklıklarınla hayata yıkıcı değil ve sevgiyle yaklaştığını görüyorum.Evet, elbette, ayrımcılığa maruz kalmak ayrıma sebep sunulan kimliği perçinler ve zamanla bileyler daima. Bu etkiler bende de refleks oluşturdu ve sadece inandığım değerlere saygısızlık değildi bu insanlığıma kadınlığıma da yani topyekûn özgürlüğüme bir saygısızlıktı aslında. Bu ayrım değil sadece ne yazık ki Kürt kimliğimle de fazlasıyla ötelendim çok zaman halbuki onun bedenine başka bir elbise giydiren kudret benim ruhuma da Kürt elbisesini giydirmişti. Bu seçim O’nundu ve bana yapılan saygısızlık da dolayısıyla O'na idi. Hucurat 13 gerçeği vardı. Engelli bir kardeşe abla olmak mesela, bununla da engellileri anladım mesela ve işte tüm bu ayrımlar beni dili dini milliyeti rengi hangi canlı türü olduğu fark etmeksizin "diğer" olan tüm diğerleriyle hemhâl etti. Bir yetişkin olduğumda artık insan hakları benim için özel ilgi alanı olmuştu bile. İlahi rızanın bize biçtiği kimlikte bu şekilde oluşan bir şey... Yaraları aynı yerden kanayanlar ancak birbirlerini iyileştirebilirlerdi.Engelli kardeşinden biraz söz etmek ister misin? Onunla ilişkiniz nasıl? Kendisi şimdi nasıl bir hayat yaşıyor?Dünyada her 8 yüz ila bin doğumdan birinde bir bebek, diğer bebekler gibi 46 kromozom ile değil de 47 kromozomla doğar, buna tıpta konulan ad Down sendromudur. Bu bir hastalık değil gen farklılığıdır. Tedavi alternatifi yoktur, sadece onu tanımak ve ona öğretmek diye bir durum vardır ve yaşanacak her şey için en önemli öğe sabırdır. İşte o bebeklerden bir tanesi de 22 yıl önce bizim evde gözlerini açtı dünyaya. Bu çok özel yaradılışlı bebek benim kardeşimdi. Adı Kasım, 22 yaşında şu an. Toplumda yaşanageldiği üzere pek çok yaşıtı gibi okuldu, işti, askerlikti vb. ne varsa bütün bunlardan ilahi bir şekilde muaf. (Gülüyor:) Down'lı oluşu onu yaşıtlarıyla aynı zeka ve beceriden geride bıraktığı için hep yardıma muhtaçtır. Tüm down’lılar gibi bağcık bağlayamaz, düğme ilikleyemez ve tek başlarına el becerisi gerektiren pek çok şeyi yapamazlar, o ilk doğduğunda bu konu hakkında hiçbir bilgisi olmayan biz aile bireyleri ve yakın akrabalarımız ne yapacağımızı bilmez üzgün ve ve bilmemenin getirdiği panik halinde iken, yıllar içinde o büyürken onunla beraber tekrar büyüdük ve şimdi şimdi ancak elimizde ne kadar büyük bir servet olduğunu idrak ediyor, sevinç duyuyoruz. O zamanlar anne karnında yapılan tarama testler yoktu, ama annem hep der ki "o testlerden kardeşinin engelli olacağını öğrenseydim yine de aldırmazdım o hem bir can bir cana kıyılır mı? Hem Allah'ın bana bir sorusuysa Kasım, soruyu beğenmemiş ve cevaplayamamış mı olayım? Herkes engelli çocuğu fark edip aldırırsa bütün insanlar sağlıklı olursa imtihan nerede kaldı?"O da senin gibi güzel sanatlarla, fotoğrafla sinemayla ilgili mi?Kasım en çok müzik dinler, fotoğraflara bakmayı sever bu aralar ergenliğe girdiğini düşünüyoruz çünkü müziği yüksek sele dinlemeye başladı. Maça ilgisi var, geç uyuyor, giysilerini kendi seçiyor ve ayna karşısında uzun süre saçlarıyla uğraşıp jöle sürüyor ve bir de bize bayağı bir cevap veriyor. (Gülüyor)Kasım senin için bir servetse, sen de onun için öylesin kuşkusuz. Yolu parklardan geçen mülteciler için de… Sevgili Gökçe, Suriyeli mülteciler ilk ne zaman gündemine girdi. Parklardaki Suriyelilerle Dayanışma Plafformu'nun ismini senin koyduğunu biliyorum. Zaten seninle ikinci karşılaşmamız da Saraçhane’de bir parkta oldu. Biz, Nebiye Arı ve LazginAkan’la geldiğimizde sen orada mülteci kadın ve çocuklarla birlikteydin.Bir de şimdi yürüttüğün Vicdan Hareketi var.Parklardaki Suriyelilerle Dayanışma Platformu parklarda sağda solda fazlaca rastladığımız ve görmezden gelemediğimiz acılarıyla acılandığımız ve mağduriyetleri fazlasıyla içimize nakşolan Suriyeli kardeşlerimize biz sivil halk; Ayşe, Fatıma, Mehmet olarak nasıl yardım edebiliriz düşüncesiyle bir araya gelen bir avuç insanın Saraçhane parkında toplanmasıyla gelişen bir durumdu. Toplantı akabinde, duralım, hemen dağılmayalım, bir daha toplanmadan önce bu faaliyetimize içinde park ve Suriyeli kelimelerinin özellikle geçtiği bir ad koyalım ki bir kamuoyu ve farkındalık oluşabilsin, diye seslendim arkadaşlarıma ve bu adı sundum. Kabul de gördü. Sonra Bismillah deyip sosyal medyada aynı adla bir sayfa kurdum ve hep beraber duyuruya yöneldik.Bu çalışma sosyal medya ve kamuoyunda bize ulaşan tüm vicdanlarda yankı buldu ve yalnız olmadığımızı anlayarak şevke geldik. Yoldaki işaretler doğru çıkmıştı. Hızla içeriğini doldurma gayretinde ve telaşında olduk. Fakat benim bu platformun yanında zaten bunu 3 yıla yakındır süren bir çalışmam vardı; Vicdan Hareketi… Platformda bir konuda mutabık olma ve birlikte hareket etme adına süren toplantı, bir araya gelebilme vs. gibi rutin faaliyetlerde hantallaşma, Vicdan Hareketi'nin anında yardımlaşma imkânına göre daha dolaylı. Bu da beni ayrıca yoruyor ve pek çok konuda pek çok kişiyle mutabık olup olamama hali hem kafamı meşgul ediyordu uzadıkça, hem de sonuca odaklı ve hızlı çözüm pratiğime mani oluyordu. Bu yüzden orada kalan arkadaşlara Allah'tan muvaffakiyet dileyerek kendi ellerimle kuruluşunda bulunduğum bu çalışmadan yine kendi rızamla ayrıldım. Zira farzı misal Vicdan Hareketi zaten bir ülke gibiyken bir başka eyalette il olarak kalamayacak vaziyette her gün hacmi büyüyen ve büyüdükçe de yapabilecekleri ve ihtiyaçları da büyüyen bir bebek gibiydi, özel bir emek istiyordu. Tüm emeğimi buraya vakfetmeye yöneldim de diyebiliriz son haliyle.Mültecilere dönük duyarlığın nasıl başladı ve gelişti?Bu konulara duyarlılığım pek çok insan gibi Suriye'de düşen o ilk bombalarla ve bununla bağlı haberlerle başladı. O vakitler arkadaşlarımızla bir araya gelip ne yapabiliriz diye düşünürken sosyal medya tabanlı bir ağ kurduk: "Sınırsız Dayanışma İnsiyatifi". Bir manifestoda ilkelerimizi ve duruşumuzu derleyip insanî bir yola çıktığımızı duyurduk. Çadırkentler kuruluyordu ve o çadırlarda kimi dul kimi yetim kimi yaralı çaresiz pek çok mazlum… Biz tam burada devreye girecek bu kardeşlerimizin yaralarına merhem sürerek onlara yalnız olmadıklarını gösterecektik; tabi şartlar el verdiğince. Kamuoyunda güzel bir yankı buldu insiyatifimizin çalışmaları, çok şükür, hedeflenen farkındalığı ve dürtüyü oluşturdu.Bir süre böyle devam eden insiyatif, kimi oturmuş kurum ve çevrelerin çalışmaları dururken onlara tâbi olmayıp da kendi çalışmamızı başlattığımızdan bir karşı hareket olarak lanse edilip yer yer de mesnetsiz iddialarla hedef gösterildi. Halbuki insiyatif de bir alternatif, bir cepheydi... İnsiyatifin gönüllüleri yani bizlerin zaten devam edegelen hayatları ve yine başka insan odaklı koşuşturmacaları var iken bir de buradan yıpranmanın dalaşın bizi manen törpülemesi ve incitmesi ile enerjimizi ve azmimizi buradan tasfiye edip insiyatifimizi feshettik... Bu, Sınırsız Dayanışma İnsiyatifi idi.Devamında arada yine bir başka insiyatif daha kuruldu. Ama bunun öyküsü ilkinden farklı olarak sokak çocukları içindi. Zaman zaman aktif zaman zaman ise pasif bir seyirle sosyal medyada devam ediyor ve bir de şimdi aynı adla dernekleşti. Ama şu an benim içinde mesai harcayıp faal olduğum bir yapı değil. Şimdilerde yine sosyal medya tabanlı başka bir yapı içinde hayata mana arıyor ve aynı manayı gaye edinmiş başka insanlarla bir araya gelip onlarla bir takım salih ameller için çabalıyorum. Biraz önde değindiğim Vicdan Hareketi.Bunca zamandır Suriyeli mültecilere dönük etkin çalışmalar içindesin. Senin tespitlerin önemli diye düşünüyorum. Mültecilerle ilgili izlenimlerin neler? İkamet konusunda hangi güçlüklerle yüz yüze kalıyorlar? Yardım sunan kurumlara ulaşmalarında problemler neler?Şu an sadece İstanbul'da 150 bin Suriyeli olduğunu varsayarsak bu bir kaç ilçenin nüfusuna denk gelir kaldı ki bu rakam resmi bir rakam değil. Resmi olması için Suriyeli misafirlerimizin tamamının kimliği olması gerekiyor, oysa pek çoğunun kimliği yok. Burada ikamet alabilenlerin ise ikametten önce Suriye'de pasaport almış olmaları gerektiğini biliyorum ve yine Suriyeli ailelerden edindiğim bilgiye göre orada bir pasaport bizim paramızla iki bin lira civarında bir para demek. Bu durumda Türkiye’de ikamet alabilenler ancak oradaki hayat standartları yüksek vatandaşlar oluyor. Ayrıca ikamet de Emniyet Müdürlüğü’nden 180 lira gibi bir para mukabilinde alınabiliyor. Şu an ne kadar kişinin ikameti var ne kadarının yok bunu ben de bilmiyorum fakat zaten az evvel bahsettiğim kimlik sıkıntısı yüzünden sağlıklı istatistikler edinmemiz de hayli zor. Türkiye devletinin bu insanlara sunduğu statü, sığınmacı olduğu için de hakları mülteci vasfında olanların haklarına göre sınırlı kalıyor elbette. Burada bir statü sıkıntısı var öncelikle. Fakat bir taraftan da bu göçün Türkiye devletinin bir savaş nedeniyle karşılaştığı en ciddi ve en hacimli göç olduğunu, yani bu konudaki deneyimsizliği düşünürsek, profesyonel bir ev sahipliği yapılmasını kimse bekleyemezdi. Yine de hukuk devleti olmanın getirileri gereği göz önünde bulundurularak bazı yasal düzenlemelerle biraz daha nefes aldıran bir şekle gelebilir bu statü.Şu an kaymaklıkların ve valiliklerin sosyal yardımlaşma dairesi birimlerinin yerli ya da Suriyeli ayırmaksızın başvuru halinde ihtiyaç sahibi ailelerin kimi sıkıntılarını giderdikleri bilgisi var elimizde ama özellikle Suriyeli aileler bu gibi imkanlardan ne yazık ki haberdar değil. Zira yerli halk dahi yeterince bilmezken onların bilmesi olanaksız. Bir kere ilk basta dil problemleri var, dil bilmeyen dert anlatamıyor. Onların dili yok, dertlerini anlatamıyorlar diye bizim de mi yok; yeri gelecek elleri yeri gelecek dilleri olacağız. Misal, sokaklarda kalan bir ailemize bir süre önce Kağıthane civarında uygun bir ev bulup kendilerine söyleyince, "Kağıthane İstanbul'a yakın mı?" diye sordular bize. Şimdi biz bu insanlara hastalandığında hastane yolunu nasıl tarif edeceğiz ki? Tek çare refakat edip kendi ayakları üzerinde duracak kadar iz yol dil bilene kadar kol kanat germek.Kış mevsimi içindeyiz. En çok neye ihtiyaçları var peki? Barınma şartları ne durumda? İş bulabiliyorlar mı? Bir süre öncesine kadar rastlandığı üzere parklarda geceleyenler var mı hala...Havalar çok soğudu ve hala sokaklarda kalanlar var evet sokaklarda kalmayanlar da gecelere kadar sokaklarda küçücük bebeleri kucaklarında, kaldıkları izbe otel odasının 50-60 lirasını temin edebilmek için dilenmekte.Bu tabloda şanslı olan diye bir şey yok, ama dışarıdan bakınca iyi halde diye görünenleri başlarını sokacak ucuz yollu ev bulanlar ki, onlar da İstanbul'a ilk geldiklerinde oradaki malı mülkü satıp savarak bir kiralık ev bulup girmiş olanlar. Bir süre idare edebiliyor kimi, iş bulursa aynı evde kalabiliyor belki, ama iş bulursa ve dil engeline takılmazsa… Bulamazsa da ver elini sokaklar, köhne otel odaları ve fırsatçı vatandaşların boyayıp ev diye kiraladıkları kömürlükler ardiyeler. İlk geldiklerinde kimi yardımseverlerle ziyaret edip karınca kararınca bir takım ihtiyaçlarını karşılamaya gayret ettiğim bir ailem vardı. Bir sene kadar oluyor; küçük bir evde belki on-on bes kişi bir arada kalıyorlardı, bir sürü küçük çocukları vardı. Evin babası ile konuşmuştuk. Yeni gelmişti, orada kaybettikleri yakınları ve yiten bir hayatları vardı, ama kalan akrabaları ve kimi eş dostları da buradaydı, birbirlerine tutunacaklardı, o yüzden kamptan ayrılmışlardı. Bu bir arada olabilme duygusu psikolojik bir güç cesaret veriyordu ona. İş bakacaktı ve gözlerinde az da olsa yeni bir sayfa açmanın umudu vardı.Bir gün yolda o ailenin çocuklarını dilenirken gördüm çocuklar dilenmeyi öğrenmiş ya da daha doğrusu hayat çocuklara dilenmeyi öğretmişti. Ne acıydı çaresizlik ne imtihandı mecburiyet. Sokaklarda yitip giden bu hayatlar çocukluk yaşamadan büyüyen çocuklar…Oysa daha iki akşam önce karşılaştığım 11 yaşındaki Muhammed ve 9 yaşındaki Abdullah "Dilenmek değil okula gitmek istiyoruz" demişlerdi bana.Öyle ya, bizim kirpiklerinin teline kıyamadığımız yavrularımız sabah kahvaltılarını yapıp beslenme çantalarını alıp kalın kabanları ve içi tüylü botlarıyla okul yoluna giderken arkasında yalınayak burnu akarak bakıyor bu çocuklar ve bizimkiler okula giderken, onlar dilenmeye çıkıyor.Çok düşündürücü, üzücü… Tam da, ailelerin moralleri nasıl, diye soracaktım ben de… Zor şartlar altında yola düşmüşler, geriye dönecekler mi belli değil, burada ne bulduklar önemli...Moralleri için iyi dersek bu doğru olmaz çoğu hakikaten kanaat ediyor, ama çocuğu aç olan bir ana baba ne kadar kanaatkâr dahi olsa çocuğunun açlığı ellerini kollarını bağlıyor.Mülteci olgusunu toplum kanıksayıp bilincinde, vicdanında dondurmuş sanki. Ya da, öylesine güçlü bir dalga ki, kişiler kendilerini aciz hissedip çözümü devlete mi bırakıyor, ne dersin?Tabelası olan içi boş dükkanlar gibi insanlığımız. Müslümanlığımız.. Peygamber de muhacirdi böyle mi karşılamıştı ensar? Böyle mi buyur etmişti... Çok büyük bir imtihandan geçiyor Suriye halkı ve Suriyeli misafirlerimiz savaş ve yokluk onların sahip olduklarımızı onlarla paylaşmakta bizim imtihanımız. Açlıktan hastalıktan ölen binlerce Suriyeli bebek yakamıza yapışıp hesabını soracak hesap günü elbet...Kurumlar yapsın diye bekleme tuhaflığı… İnsan hakları ve yardım sadece kurumların tekelinde ve görevinde olan bir konu değildir ve de… Tüm bunlardan evvel ve yanında bireysel bir çabanın kıymetini de değerlendirmek istiyorum. Zaten kurumlaşmaların hepsi bireysel bir çabayla başlar daha sonra örgütlü ve düzenli bir çabaya döner..Yani hiçbir insan kalkıp elimden bir şey gelmiyor diyemez, elleriyle hiçbir şey yapamasa dahi dua edebilir, ama bundan fazlasını yapacak imkanlara sahipken yapmamasını sorgulamalı, vicdanınca öz eleştiri vermelidir... Dini sosyalizmi feminizmi dile rozet yapmak kolaydır yani… Kolaydır bir mazlum görüp sokakta aman Allah yardım etsin ya da, devlet yok mu canım baksın ya da bir sürü vakıf dernek var demek... Ya da, kolaydır Allah neden yardım etmiyor deyip işi iyice hadsiz bir pişkinliğe vurmak, Allah zaten yardım etmen için onunla karşılaştırdı diye düşünebilmek çok mu zor...Velhâsıl düşünen yerlerimizi konuşan yerlerimiz kadar kullanmıyoruz ya da bir tarafımızı devirince devrimci olunmuyor. En insani vazifeyi üzerimizden atmak için şunlar bunlar filancalar yapsın demek insaniyetsizliktir. Sadece suret olarak insanlıktır muhteva olarak değil. Herkes üzerine düşeni yapsa zaten kurumlara kuruluşlara gerek kalmaz ki. Ve bu dünya adil bir dünya olsaydı zaten Cennet olurdu. İmtihan nerede kalırdı... Kaldı ki dünya herkese yetecek kadar rızık ile donatılmışken bazılarının aç gözlülüğü, biriktirme hırsı yüzünden bazıları muhtaç. Bazıları çöpe savururken başkasının hakkından çaldığını, bazıları da o çöpte kendi hakkını arıyor! Sonra da tembellikte ve hadsizlikte zirve yapıp, “Ama Allah görmüyor mu?” demek! İşte ben bundan daha büyük bir terbiyesizlik tanımıyorum.Kendimizi mülteci yerine koyabilsek hayata bakışımız hafifleyecek oysa. Sen bu zor ve yoğun deneyim sırasında kendinde nelerin değiştiğini düşünüyorsun?Dediğiniz gibi, belki de sadece bir dakikalığına kendimizi koysak bu insanların yerine utançtan öleceğiz. Biz bu insanların gözlerinin içine bakabildiğimiz kadar insanız belki de ve ben onlara ne kadar yakın olursam olayım hala gözlerine tam bakamıyorum...Uzaktan bakınca, yanlarından hızlıca geçerken bozuk para atınca veya devasa acılı kanlı Suriye fotoğraflı bilboardların üzerindeki banka hesap numaralarına beş dakikada para transfer edince ya da SMS’lerle otomatik bağışlar yapınca öğrenebileceğimiz ve acı hissedebileceğimiz bir şey değil bu. Dokununca, aralarına girip yokluklarına şahit olunca dahi ancak birazını anlayabileceğimiz şeyler yaşıyorlar. Ben insan gözünün görebileceği en kötü şeyleri görüyorum, onlar ise bunu yaşıyor. Evime döndüğümde sıcak evim yemek kokusu ve mis gibi sabun kokulu çamaşırlarım beni bekliyor yine. Bana bir film gibi izlenmişlik hissi veren o hayatlar ise hala ve hep o filmin içinde... Bu şiddetli yağmurlarda evin o güvenli camından bakıp “dışarıdakilere Allah yardım etsin” gibi küçücük bir temennide bulunmakla eşdeğer geliyor bana ve belki de bu yaşadıklarım şahitliklerim hayatıma biraz sirayet de etti. Aile eş dost ilişkilerim, yaşayışım, önceliklerim, standartlarımın tümü farklılaştı çok zamandır. En sevdiğim yemek diye bir kavramım en sevdiğim vesaireler… Yok artık. Anneme eskisi gibi en sevdiğim yemekleri yapmasını değil yapmamasını istiyorum mesela. Üzülüyor ama bir yandan da artık yemek seçmediğim için seviniyor, tabii yemek yerken çok az rastlıyor. Genellikle dışarıda ve hep koşuşturma halindeyim, aklıma gelirse yemek yiyorum galiba ve çantamda genelde annemin sürprizi bir ekmek arası oluyor. Anne işte. Esnaf lokantaları sokak pilavcıları vs. gibi lükslerimde oluyor bazen ve son pirinç tanesine kadar yerim önümdeki pilavı, parmak uçlarımla tuttuğum kırıntıları da… Yoklukta yaşasam isyan etmem edemem yani artık. Mağazalardan alışveriş etmeyi sevmiyorum. Pazar ya da ikinci el tezgahlarına gider ya da kumaş alıp kendim yaparım giyeceklerimi. Defolu giysi alıp tadilat da yapabiliyorum. Silikozis hastalarıyla ilgili okuduğum bir yazının etkisiyle bir süredir kot kültürüm de sona erdi.Kendi hayatımdan bu örnekleri, ihtiyaçlarımız ne kadar azsa o kadar özgürüz mesajını vermek için değindim. İhtiyaç fazlası lükse girer çünkü. Oysa ne zulüm edilmeli nefse ne de şımartılmalı. Televizyondan internete, sokağa çıktığımız andan eve dönene kadar en çok rastladığımız şey reklamdır. Sokaklardaki bütün tabelalar bize cenneti vaat ediyor. Oysa cennete giden yolun ışıklı caddelerden değil arka sokaklardan geçtiğine iman ediyorum ben hep.Sevgili Gökçe, bunları senden duyabileceğimi biliyordum ama yine de çok duygulandım. İşte böyle bir genç kız olduğunu biliyordum ve istedim ki okurlarımız da seni tanısın.Mülteci yaraları bazen medyada yer alıyor, bazen daha somut bir şekilde karşımıza çıkıyor. Çok zor durumda kalan kadın mültecilerden söz etmiştin bana. Onların çaresizliği ve istismarı kendimize yediremesek de bir gerçek. Gözlemlerini yapabildiğince bizimle paylaşır mısın?Her Suriyeli aile ana baba ve çocuklardan müteşekkil değil pek çok dul kadın var, kimisi çocuklu ve de burada hiçbir yakını olmadan hayatta kalmak için doymak, çocuklarını da doyurmak zorunda. İçimi çok sızlatan bir örnekten bahsetmek istiyorum; yakın tarihlerde tanık oldum.Eminönü civarında yardım amaçlı olarak bir aileyi ziyaret esnasında tanıştığım bir Suriyeli genç hanımın vicdanlarımızın tam ortasında yara olacak sözleri şöyleydi:"Ukhti (bacım, kız kardeşim), ben dul bir kadınım, savaşta kocamı kaybettim. İki çocuğumla bir otel odasında kalıyorum ve otelin parasını ödeyemediğim için, oteldeki adam bana, artık otel parasını ödeyemeyeceksen, benim odamda kal dedi."Bu sadece bir örnek, o da hemhâl olunca su yüzüne çıkmış bulundu. Nice hayat kadınlığı yapmak mecburiyetinde bırakılmış, oysa hayatsız kadın var. Kimi çocuk denilecek yaşta, kimi ise çocuklarıyla bu koca şehrin ortasında koşuşturup durduğumuzda adeta hayatımızda bir şehrin dekoru gibi durup geçici belleğimizde o kadarcık yer kaplıyor ve ne yazık ki tıpkı şehir gibi betonlaşmış vicdanlarımızda da... Evet, göç ile gelmiş Suriyeli kadınların pek çoğunun ev hanımlığından başka bir vasfı yok, bir mesleğe sahip değiller, bu kadınlar kadının çalışmadığı bunun abes kabul edildiği ve erkeğin çalışması ile geçimi temin edilen bir kültürden geliyorlar. Gerçi rastladığım bir meslek var, "terzilik". Hepsinin terzi olarak istihdam edilmesi elbette mümkün değil, ama herkes de gücü yettiği kadarıyla mesul. Dul kadını zaten ezer her toplum, açık arar vurmak için, hakkını çalar ve hakkını arayacağı kapı bile buldurmaz.Her şey aslında bizim gözlerimizin önünde oluyor. Elimizi uzatsak duracak kötülük, ama herkes kendi hayatının sınırlarının mahkûmu, değil mi?Haklısınız. Yitip gidiyor hayatları biz kahvede çayımızı içerken, indirimlere bakarken. Dizimizi izlerken, çekirdek çitlerken, vizelerimizi verirken, komşuda otururken, youtube’da bir videoya kahkahalar atarken, instagram da en güzel fotoğraflara tonlarca küçük kalpçiklerle beğeniler alıp mutlu olurken, yağmur başladığında facebookta en romantik şarkıyı paylaşırken ne hayatlar kararıyor, ne hayatlar hiç yaşanmamış gibi sessizce kimsesizce söndürülüyor, kül tablasında ezilen bir izmarit kadar çığlıkla...Nasıl ideal kadın nasıl ideal erkek nasıl ideal anne olacağımızı söyleyen öğreten kodlayan hatta dayatan bir sürü mesaj bir sürü reklam, ama ideal insan olmayı gösteren tek bir seçenek dahi yok. Sadece bir yarış var ve rakiplerimiz… Sabah alarmlarla başlayan otobüs durağı iş yerine varış öğle yemeği zili çay zili paydos zili tekrar eve dönüş... Bir de çalışan kişi kadınsa iki dalda yarışı, çocukluysa üç dalda. Hem çalışan hem evde anne olan hem de ev işleriyle boğuşan kadının bir de bunlardan sonra mükemmel kadın olmasını beklemek haksızlık olsa gerek.Bu yarışmaların hiçbirinin birincisi yok oysa, ama biz bunu anladığımızda artık çoktan yarış dışı bırakılacak çağa erişmiş oluyoruz.Demem o ki bizi sabahtan akşama bebeklikten ihtiyarlığa oyalayacak tüm dünya meşgaleleri, tuzakları ve yarışları insan olduğumuzu, bir eğlence alanında değil imtihan alanında olduğumuzu unutturmasın. Dünya bir vatan değil, bir misafirhanedir. İnsan misafirhaneye vatanım der mi hiç? Bir vatanım olacaksa benim yetimlerin kalbinde ettiğim yer olsun isterim. Bu soğuklarda vicdanlarımız da donmasın, çünkü, donan vicdanını çıkardığınızda bir insandan geriye kilolarca et ve kemik yığını kalır.Binlerce mülteciye hazırlıksız yakalandık. Buna rağmen başarılı olduğumuz hususlar öncelikle neler sence?Evet, bir hazırlıksız yakalanma söz konusu ama sadece biz değil Suriyeli misafirlerimiz de başlarına düşen bombalara hazırlıksız yakalandı; insan ne kadar hazırlıklı olursa olsun felaketlerin hepsine hep yetersiz hazırdır.Sokakta kalanlarıyla dilenenleriyle hastalarıyla bir Suriye gerçeği var, ama tablo tamamen kara değil, ne mutlu ki ışık vuran yerler de var. Öyle güzel bazı insanlar var ki şahit olduğum o bazı insanlar tıpkı evimize misafir geldiğinde, aç mıdır susuz mu, çay mı çorba mı, ne ikram edelim, diye telaşlandığımız gibi telaşlanıyor ve evindeki battaniyeden lokmasına kadar bölüşüyor, evini açıyor.Hiç unutmam, bir keresinde bağlantı içinde olduğum bir yardımsever bir gece vakti telefon açıp bir otelin deposunda musluksuz susuz insanlığa yaraşmayacak şartlarda yaşayan bir ailenin çamaşırlarını yıkayıp ütüleyebileceğini söylemişti. Kendimi tutamamış, ağlamıştım. Elinden sadece bu geliyordu, söylediğine göre. Ah o eller ne öpülesi eller!Mültecilerle ilişki içinde olduğun bu geçen yıllar içinde seni çok etkileyen bir hatıranı veya gözlemini aktarabilir misin?Biraz yukarıda gerek insanî gerekse kurumsal sorumluluk konusunda sitem ettim biraz, ama bu vurgu herkesi elbette kapsamıyor. Çünkü, o takdirde koca yürekli insanlara haksızlık olurum. Her kurumu da kapsamıyor. Misal, geçenlerde bir arkadaşım Suriyeli aileler için eşya getirecekti, sözleştik. Akşamın ilerleyen saatleriydi. Hava yağmurluydu.Buluşmaya giderken yolda çocuğuyla beraber oturan bir baba gördüm. Onlarla konuşmaya çalışan biri vardı, ama Türkçe bilmiyordu. Yerde oturan babayı selamladım, eğildim yanlarına ve dilim döndüğünce Kürtçe, hal hatır sorarken bir selam daha geldi arkadan. Arapça bir muhabbet başladı. Bir de baktım ki bir kurumun (İHH) mülteci masası sorumlusu Mahmut Bey var yanımızda. Çok memnun oldum. Oysa ne iş saatiydi ne de kurumlarının ofisiydi orası.. Arkadaş arazideydi ve ihtiyaç sahibinin ayağına gelmişti, işte bu en güzeliydi, en insan onuruna yaraşandı, işinin hakkını vermekti. Böyle iyi örneklerin çoğalmasını diliyorum :) İşte bunlar da hep anılarımız olsun.İyiliğin devlet memurluğu misali mesaisi olmadığını anlatan çarpıcı bir örnek. Anlatabileceğin çok fazla örnek var, biliyorum, ama söyleşiyi noktalamak zorundayım.Ben seni önceki yıl Sultanahmet Kitap Fuarı’na bisikletiyle gelen kız olarak tanıdım. Bunu hep sormak istiyordum: Bisikletle dolaşmanın anlamı nedir senin için? Kanatlandığını duyuyorsun? Engeller daha mı az engel oluyor?Bisikletim benim biricik özgürlüğümdür. Evet, dürüst olmak gerekirse çok iyi bir sürücü değilim, ama sürmeyi çok seviyorum. O yanımda benim teneffüsümü sağlıyor sanki. Bütün ciddiyeti ve bütün kasvetiyle bu şehir bu dünya üzerime geldiğinde bu hapishaneden onunla firar ederim. Yetişkinlerin de oyuncağa ihtiyacı var ise, benim oyuncağım da bisikletim işte. Evet, belki neredeyse tüm dünya ve dünya yolları erkekler ve yine baskın olarak onların arabaları için tasarlanmış, ama bu biz bisiklet severleri yıldıramaz. Bisiklet kardeşliğine inanıyorum. Ayrıca bisiklet hevesi olup da çekinen bütün hemcinslerimin yolda kazaya meylettiren tacizcilerden ve "konu komşu ne der" uyarılarından asla korkmadan bisikletlerine atlayıp mutlu olmalarını, ezber bozmaksa bu ezberlerin hepsini bozmalarını istiyorum.Sevgili Gökçe, seninle zamanın nasıl geçtiği anlaşılmıyor. Daha çok şey konuşacaktık ama bu kadarı bile çok dolu oldu. Seni tanıdığım için mutluyum. Tecrübelerin beni etkiliyor, okurlarımız da seni tanısın, dinlesin istedim. Bunca koşuşturmaca arasında bana vakit ayırdığın için sağolasın, Allah razı olsun.Ben teşekkür ederim Cihan Hanım. Popüler ve seküler endişelere değil de apaçık yaralara dokunduğunuz için ve kısık seslere sesinizi eklediğiniz, bu sesleri duyurduğunuz için de sizden de Allah razı olsun...
31 Mayıs 2014 18:35