Muhafazakarların değişimi
Sosyolog Fatma
Barbarosoğlu’na göre, Türkiye çok yoğun bir değişimden geçiyor. Barbarosoğlu
“Türkiye’de artık ahlaki değerler bakımından liberallerle muhafazakârlar
arasında fark yok. Farkı yaratan, aylık gelirleri. Aylık geliri 5 bin doların
üzerinde olanların kullandığı bir dil var, bunun muhafazakârı, sosyalisti,
liberali olmuyor” diyor.
Kitaptaki yazılar
aslında Türkiye’nin nasıl değiştiğine de ışık tutuyor. Ama “bekçi zihniyetin”
her daim egemen olduğundan söz ediyorsunuz. İnternet devrimi yaşanıyor,
yasaklar kalkıyor, hayatlarımız özgürleşiyor ama zihinlerimiz özgürleşemiyor
sanki. Neden?
Bu biraz Türkiye’nin
konumuyla da alakalı. Maalesef etrafımızdaki ateşten dolayı gittikçe bir
Ortadoğu ülkesi oluyoruz. Güvensizlik ve korku algıyı değiştiriyor. O korkuyla
kendimiz dışındaki her şeyi tehlikeli görmeye başlıyoruz. Halbuki güvensizliği
aşmanın birinci adımı, güvenmektir. Etrafımızdaki savaşlar, Libya, Mısır,
Suriye derken, hepimizde bir tekinsizlik hali var. Medya gidişatın kodlarını
yanlış okuyor. Mesela bir terör olayı oluyor. Bütün gün ve bütün gece ekranlarda,
o terör olayını kim, neden yaptı, nasıl yaptı sorularına cevap aranıyor.
Halbuki daha önemli olan, hayatımızı güvenlikli bir şekilde nasıl sürdüreceğiz
sorusu. Güven damarını ayakta tutmalıyız.
Kitaptaki yazılar neyi
anlatıyor?
Duygularımızın gündelik
hayattaki yerine dair tarihi bir malzeme bırakmak istedim duyduklarımdan,
gördüklerimden ve okuduklarımdan. Doktora tezimi yazarken, bunun büyük
eksikliğini hissettim. Osmanlı son döneminin gündelik hayatına dair çok az veri
vardı. Otobüsname kitabımda, 2003’e kadar toplu taşıma araçlarındaki
gözlemlerimi toparladım. Henüz cep telefonunun, akıllı telefonların bu kadar
hayatımıza girmediği zamanlardı. İyi ki o yılların toplu taşıma kaydını
tutmuşum diyorum. Şimdi de minibüse biniyorum ama Otobüsname tanıklıklarına pek
rastlamıyorum artık. Cep telefonunun ilişkilerimizi nasıl değiştirdiğini
görüyorum. Çok değil sadece bir kaç yıl sonra Hayat Teselli Olmaktır kitabının
içindeki tanıklıklara bütün onları yaşamış ve kaydetmiş biri olarak bizzat
kendimin şaşıracağını tahmin ediyorum.
Mesela düşünce
dünyasında, aydınlar cephesinde ne değişti?
İnsanlar ideolojik
olarak birbirlerini takdir ediyorlar. İnsani olarak hazzetmedikleri halde
ideolojik olarak onu korumaya alıyorlar. Edebiyattan sosyolojiye kadar her
alanda ortadaki ürüne bakmıyoruz. Mesela üniversitelerin sayısı arttıkça ilmi
çalışmalar sıkıntıya uğruyor. Bir üniversiteyi kurumsal olarak kaliteli yapan
hocaları ve kütüphanesidir. Pek çok üniversitenin kütüphanesi yok. Düğün
salonundan bozma yerler… Şimdi kiminle konuşursanız konuşun, hemen birkaç adım
sonra şu cümle geliyor: Biz ne ara bu kadar bölündük? Bu “ne ara”yla alakalı
bir şey değil, kalite ile alakalı. Biz ne zamandan beri kalitesiz işleri
seviyoruz? Doğru soru bu aslında.
Sizce şu anda toplumda
entelektüel anlamda ciddi, verimli, insanların zihninde çığır açacak fikir
tartışmaları yapılıyor mu?
Okuduklarımızdan,
seyrettiklerimizden, dinlediklerimizden bakınca bence sıkıntı şu: Sorumuz yok.
Sağcı, solcu, liberal diye ayırmıyorum. Çok yoğun bir değişimden geçiyoruz.
Sadece siyasi, jeopolitik değil, her türlü sınırların değiştiği bir dünyadayız.
Bu değişimin üzerine konuşabilmek için önce tasvir etmemiz gerekiyor. Sorun
nedir? Bu sorunu ortaya çıkaran şartlar nelerdir? Bu sorun ile başa çıkma
yöntemleri neler olmalıdır? Önümüzde sorun olarak duran şeyin geçmişte bir
karşılığı var mıydı? Ama biz ne soruları seviyoruz ne cevap arayanları.
Sorunlarımızla başa çıkmak için mesuliyet almak yerine birinin bize ne yapmamız
gerektiğini söylemesini bekliyoruz. Aşırı itaatkârlık ile mesuliyet almama
konusunda muazzam bir geçişgenlik olduğunu düşünüyorum.
Bu yaklaşıma bir örnek
verebilir misiniz?
Mesela Türkiye'de
muhafazakâr kesim her türlü yozlaşmayı 28 Şubat üzerinden okuyor. Bu sosyolojik
olarak imkansız. Siyasi bir değişimin her şeyi bu kadar alt üst etmesi, bütün
kılcal damarlara işlemesi mümkün değil. Oysa biz 28 Şubat ile internet
devrimini aynı anda idrak ettik ve muhafazakârların 28 Şubat'a hamlettiği
şeylerin önemli bir kısmı aslında internet devriminin neticesi. O kadar derin
bir 28 Şubat etkisi olduysa niye romanı yazılamadı? Neden solcular 12 Mart’ın
roman olarak kaydını tutabilmiştir de İslamcılar 28 Şubat’ın kaydını
tutamamıştır? Mesafe sıkıntısı var. 28 Şubat’a iki adım geriye çekilerek bakmak
gerekiyor.
“Kullandığımız teknoloji
bizi dönüştürüyor”
28 Şubat ya da
yasaklarla mücadele dönemlerinde muhafazakar kesimde ciddi bir okuma, kendini
geliştirme çabası vardı. Normalleşmeyle birlikte o dönemki birikimler üretime
dönüştü mü?
Acaba internet devrimi
olmasaydı, başka türlü olur muydu? 28 Şubat'ta biz, en yoğun kamusallığı
ATV'nin Siyaset Meydanı'nda yaşadık. Lise öğrencisi de, ev kadını da gece üçe
kadar ekranın başında kendilerine en uzak kişilerin fikirlerini dinledi. Medya
üzerinden gerçekleştirdiğimiz en başarılı edebi kamu örneklerinden biridir
Siyaset Meydanı. Acaba o dönemde günümüzdeki kadar kanal sayısı ve sosyal medya
olsaydı, herkesin elinde bir akıllı telefon olsaydı, Türkiye bir tartışma
programı etrafında bütünlenebilir miydi? “Ayrıştık, bölüştük” şikayetlerini
sadece siyasi olarak okumamak gerek. Toplumsal değişimleri gözden
kaçırdığımızda, “iktidar geldi, kutuplaştık” şikayetinin içine düşeriz.
Kullandığımız teknoloji bizi dönüştürüyor. Ama biz bunu kabul etmeyerek suçu
başkalarına atıyoruz. Aslında bu olgunlaşmamış toplum tavrı. Suçu başkasına
atan küçük bir çocuk gibiyiz. Hep başkaları bir şey yapıyor. Bizim hiçbir
sorumluluğumuz yok. O birikimler üretime dönüştü elbet. Ama üretim sürekli
olacak mı? Kesintiye uğradı mı? Okumamayı iktidar ile değil teknoloji ile
bağlantılı olarak değerlendiriyorum. Gençler gün içinde yüzlerce cümle okuyor.
Birbirini sıfırlayan sosyal medya cümleleri. Küresel dünyanın çok satan
kitapları peynir ekmek gibi satılıyor? Peki son on yılda edebi kamuya kaç yazar
dahil oldu. Sorunuzun cevabı burada gizli.
Sizce bir kutuplaşma var
mı Türkiye'de?
Kutuplaşma için bir
iddianın olması gerekiyor. Biri bir şey diyecek, diğeri başka bir şey diyecek.
Halbuki şu anda kutuplaşıyormuş gibi görünen/resim veren tarafların iddiası,
önermesi yok. Şu anda toplum bir münazara seviyesinde bile değil. Mesela
hükümetin Türk ailesini korumak için getirmeyi planladığı düzenleme. Bir sosyal
bilimci bunu sadece hükümetin dizi filmlere getirdiği eleştiri üzerinden tartışıyor.
Sanki Türk dizileri muazzam güzel şeyler sunuyormuş gibi… O dizilerin alt
metninin olmaması, dizilerin o kadar uzun sürelere yayılmış olması, set
işçilerinin, sanatçıların açmazları onu hiç ilgilendirmiyor. Türkiye insanı
diziyi gerçek gibi yaşıyor. Bireyler arası ilişkileri diziler fazlasıyla
yönlendiriyor. Siyasi özneler dizileri eleştirince, sosyal bilimciler sırf
iktidar ile aynı tarafa düşmemek için hiç benimsemedikleri konularda bile aşırı
korumacı bir tavır takınıyor.
Bu ayrışma sokakta var
mı?
Toplumdaki kutuplaşmadan
ziyade bizim üzerinde durmamız gereken sıkıntı şu: Türk insanının giderek
psikolojisi bozuluyor. Herkes kavga etmeye hazır vaziyette, mutsuz.
Neden?
Öfke ve şiddet haberleri
ile şarj oluyoruz. Bir günde o kadar çok şiddet haberi alıyoruz ki… Eğer o gün
Türkiye'de bir taciz, tecavüz haberi yoksa, Hindistan'daki benzer bir haber de
tüm teferruatıyla altı kere verilebiliyor. Evlilik programları ayrı bir alem...
İstanbul zaten 7/24 uyanık, her an trafik var. Gündelik hayatımızın bir parçası
olan ve siyasetle ilgisiz şeyler siyasi tartışmalardan daha çok etkiliyor.
Pek çok insan için AK
Parti Türkiye'nin sahip olduklarının ya en büyük garantisi ya da en büyük
tehdidi. Yarın AK Parti yerine başka bir parti çıksa yine aynı sorunları yaşayacak
mıyız?
Elbette. Partilerin ismi
ve yöneticisi değişiyor ama seçilenler ve seçenler değişmiyor.
Hatırlayalım...Turgut Özal'ı da hem çok sevenler hem de sevmeyenler vardı. Özal
hakkın rahmetine kavuştu ama o dönem mayası çalınan şeyler devam ediyor. Bizim
sıkıntımız herkesin yukarıdaki birilerine mesuliyet yüklemesi. Çünkü kendisi
mesuliyet almak istemiyor. Mesela üç çocuk sahibi olma meselesi. Putin de
söyledi aynısını. Büyük devletler çok nüfus ister ama Erdoğan söyleyince olay
oluyor. Erdoğan’ı sevenler söylediklerini çok ciddiye alıyor. Erdoğan’ı
sevmeyenlerse sevenlerinin onu aşırı ciddiye almasına aşırı öfke duyuyor.
Kimsenin sevgisine ya da nefretine karışamayız ama aşırı övgüsüne ve hakaret
etmesine karışabiliriz çünkü bunlar adabımuaşerete aykırıdır.
Bu tür olayların en sık
yaşandığı ortam, sosyal medya. Troller de oradaki sorunun önemli
parçalarından... Bu trollere neden “dur” denilemiyor?
Trollerin bir merkezden
maaş aldığını iddia edenlere sonuna kadar inanan insanlar, trollerin
durdurulabileceğini düşünebilir ancak. Trollerin “memur” değil fevri bireyler
olduğunu kabul edersek, onların durdurulmasını kimden/kimlerden bekleyeceğiz?
Adam nefret tivitleri attıkça takipçi kazanıyor. Bizim yaşamak değil,
biriktirmek hastalığımız var. Para, şöhret biriktiremeyenler takipçi
biriktiriyor. Eskiden ‘sen benim kim olduğumu biliyor musun’ efelenmesi vardı.
Şimdi 'sen benim kaç bin/yüz bin/milyon takipçim olduğunu biliyor musun'
efelenmesi var.
Öfke dili, karşılıklı
artan tehditler mütedeyyin kimlikle örtüşüyor mu? Bu çelişki yaşanıyor mu
sizce?
Sanmıyorum. Çünkü genel
anlamda bütün dünyada bir erkeklik krizi var. Ben bunu azalan erkek kimliği
olarak kavramlaştırdım 2006’da. Pek alıcısı çıkmadı. Azalan erkek kimliğini
merkeze almayınca, bu öfkeyi anlayamıyoruz. Modern zamanlarda erkeklerin
kendilerini ifade etme imkanları azalıyor. Mesela ekonomide hizmet sektörünün
yeri artıyor ama o sektörde kadınlar daha iyi. İnternet devrimiyle aynı anda
pek çok iş yapılıyor, halbuki erkekler bir kaç zamanı birlikte yaşayamıyorlar.
Savaşlarda bile erkeklerin becerileriyle kazanılacak kısım azalıyor. İnsansız
hava araçlarıyla savaşın dili bile değişti. 21. yüzyıl artık kadınlardan yana
bir yüzyıl.
“Erkekler daha zayıf,
dayanıksız”
Eğitim anlamında
muhafazakâr kızların kendilerini erkeklere göre daha iyi yetiştirdiklerini
düşünüyor musunuz?
Şöyle söyleyeyim, daha
dayanıklı olduklarını düşünüyorum. Daha mücadeleciler. Dönemin ruhu da bu
mücadele konusunda destekliyor kızları. Ama erkekler daha zayıf, daha
dayanıksız.
Neden?
2009’da İzmir Havaalanı’nda
uçağımı beklerken iki gencin sohbetine kulak misafiri oldum. Askerlikten,
üniversite mezunu çocukların şehit haberlerinden söz ediyorlardı. O an anladım
ki, biz Türkiye’de genç erkek olmanın neye tekabül ettiğini bilmiyoruz. Hazır
kalıplarla konuşuyoruz. Eğitimsizseniz, 18 yaşında askere gitmek
durumundasınız. Arkadaşınızın, akrabanızın ölüm haberini ala ala askerlik
yaşınızı bekliyorsunuz. Eğitimliyseniz, askere gitmemek için eğitimi uzatmaya
çalışıyorsunuz. Bu coğrafyada genç erkek olmak çok zor. Yakınlarda şahit
olduğum bir olay beni çok etkiledi. Bir tanıdığımın arkadaşını akıl hastanesine
yatırdılar. Sevdiği çocuk bordo bereli ve günlerdir haber alamıyor. Çocuk bordo
bereli ama ailesine yüksek lisans yapıyorum, diyormuş. Biz bunları hiç bilmiyoruz.
Ve genelde insanların
duyarsızlığından dem vuruluyor.
Evet, insanlar
“duyarsız” diyoruz ama bir yandan duyarlı olunca ne yapacağımızı da bilmiyoruz.
Mushaf’ını boynuna asıp evini terk eden o yaşlı adam... Kendimi empati kurarken
buluyorum, lakin postmodern zamanlarda empati kör kuyuya düşmek gibi bir şey.
Çıkamıyorum o kuyudan. Kendimi suçlu hissediyorum. Her seferinde üzüntüm ve kederim az geliyor. Yeteri kadar üzülmedin
diyorum kendime. Yeteri kadar bir şey yapmadın. “Yeteri kadar” nedir? Onu da bilmiyorum.
O kadar çok acıya tanık ediliyoruz ki ağlamaktan başka hiçbir şeye gücümüz
yetmiyor.
Neye ihtiyacımız var?
Bizi birbirimize
yaklaştıracak eserlere, kişilere, olaylara velhasıl toplumsal dayanışmaya
ihtiyacımız var. Farklılıklarımızı koruyalım. Farklılıklarımızı korurken sen
ile ben, biz ile onlar arasındaki saygı mesafesini de koruyalım. Hani anneler
der ya “abisi, kardeşin sana öyle demek istemedi”. İşte bizim de bizi
birbirimize yakın eyleyecek “mütercim”lere ihtiyacımız var. Öfke dilini idrak diline,
hal diline tercüme edecek insana/insanlara ihtiyacımız var.
Peki, kim bu?
Aydınlara bakıyorum
idrak tutulması ve tasvir sıkıntısı ortaya çıkıyor. Halkın kelimeleri yeterli
değil. Siyasiler eylem, proje üretememe yetersizliğini öfke ve hakaret dili ile
görünmez kılmaya çalışıyor. Umutsuz değilim lakin. Birisi çıkacak muhakkak. Çağlar
boyu böyle oldu. Yaşadığımız dönemin de bir Nasrettin’i bir Mevlana’sı, bir
Yunus’u, bir Hacı Bektaş’ı, bir Sadreddin Konevi’si var muhakkak.
Çaresizlik hissi
neredeyse herkeste hakim. 50 gündür sivillerin evlerini terk etmek zorunda
kalışı veya çocuk cesetlerinin kıyılara vurması adeta normalleşiyor.
Maalesef. Nihayet
dergisinde Suriyelilerle ilgili “çanta kadar hayat” diye bir yazı
yayınlamıştık. Şimdi aynı şey burada, ülkemizde oluyor. Ve biz bu esnada
indirimli satışlardan kendimize ayakkabı alıyoruz, yemeğe gidiyoruz, misafir
ağırlıyoruz. Ama bunu yaptığımız için de suçluluk duyuyoruz. Başka bir şey de
yapamıyoruz. Un, süt, yağ var ama birisi de kalkıp helva karsın. Bunu karacak
olan siyaset değil, toplumsal dayanışma. Keşke Türkiye’de bütün kadınlar
yardımın dili konusunda bir şey üretebilse… Mesela evlerini bırakmak zorunda
kalan insanlara öyle bir şey yapalım ki geldikleri yerde kendilerini iyi
hissetsinler. Lüksümüzden vazgeçtiğimizde herkese yetecek kadar paramız
olduğunu idrak edeceğiz. Benim ağırıma giden, muhafazakâr kesimde gittikçe
artan lüks tüketim.
“Mahremiyet kodları
değişti”
AK Parti’nin iktidara
gelmesinden sonra muhafazakâr kesim daha görünür oldu, güce ve iktidara daha
yakınlaştı. Nasıl tecrübelerden geçti?
Muhafazakâr kesim
gittikçe daha çok görünür hale geldi çünkü Türkiye’nin ve dünyanın mahremiyet
kodları değişti. Hızlı değişimin arka planında Özal döneminde başlayan tüketim
toplumuna geçişin etkilerini, Refah Partisi’nin kitlelere sunduğu “anlattığım
hikayenin öznesi sensin” rüyası ve internet devrimini bir arada düşünmek
gerekiyor. Küresel dünyada bütün sınırlar ortadan kalkarken,
mahremiyeti/gizliliği/görünmeden yaşamayı sürdürmek pek kolay değil. Eskiden
insanlar ünlülerin bir fotoğrafını görmek için beklerken, şimdi hepsi sosyal
medya hesaplarından yediğini, içtiğini paylaşıyor. Herkes her şeyini göz önünde
yaşamaya başladı. Tabii ki bu muhafazakârları da etkiledi. Türkiye’de artık
ahlaki değerler bakımından liberallerle muhafazakarlar arasında fark yok. Farkı
yaratan, aylık gelirleri. Aylık geliri 5 bin doların üzerinde olanların
kullandığı bir dil var, bunun muhafazakarı, sosyalisti, liberali olmuyor. Bir
de aylık geliri 800-1000 TL olanlar var. Fakirliğin dili, eşitleyici bir
dildir, bunun sağcısı solcusu olmaz. Zenginlik, imkanların sınırsızlığı ile
eşitliyor. Bunun da sağcısı, solcusu, muhafazakarı yok. Geriye kalıyor orta
sınıf. Sorun şu ki bütün dünyada orta sınıflar eriyor. Oysa yürünen yolun,
aşılan dağın resmini verecek olan kesim sadece orta sınıftır.
Mahremiyet algısı nasıl
değişti?
20 yıl önce,
muhafazakârlar birbirlerinin evlerine gittiğinde, kadınlar ve erkekler ayrı
otururdu, şimdi Facebook’tan birbirlerini ekliyorlar ve her şeylerini
paylaşıyorlar. Geçtim ideolojik kırılmayı, bireyin kendi içindeki kırılma başlı
başına bir sorun. Bir insanı dindar - Müslüman, Hıristiyan vs - yapan husus,
mahremiyet kodlarıdır. Dindar bir insan mahremiyete önem verir. Yediğini
göstermez özenilmesin diye, vücudunun belli yerlerini sınırlamak zorundadır
çünkü mensubu olduğu din bunu şart koşmuştur, başkasının hakkında konuşmaz
çünkü kul hakkına girmek büyük günahlardandır. Facebook kullanımı bütün bunları
imha ediyor. Siyasi değil ama sosyal kırılma kısmı çok ciddi. Siyasi kırılmalar
hallolabilir, bir devrime bakar her şey. Ama sosyal kırılmaları bir devrimle
düzeltemezsiniz.
Sizce muhafazakâr kesim
bu tespitleri tartışıyor mu?
Gerektiği kadar
tartışılmıyor. Çünkü terör olayları iliğimizi, kemiğimizi kurutuyor. Orada bir
çocuk intihar etmişken, onlarca asker şehit olmuşken, siz lüks tüketimi
yazamıyorsunuz. Otokontrol değil, bazen üzüntü her şeyi engelliyor. “Eskisi
kadar tesettüre uygun giyinmiyoruz” diye şikayet eden kadınlara kulak misafiri
oluyorum zaman zaman. Aslında mesele tesettüre uygun giyinmek değil, hayatın
anlamını bulamama meselesi. Bir şey üretemiyorsanız, hayatın anlamını
bulamazsınız. Tükettiğimiz şey, para değil esasında, en çok kendimizden
tüketiyoruz. İstediğiniz kadar lüks alın, en vurdumduymaz insanda bile o
harcama bir vicdan azabı olarak çöker içine. Türkiye’de kadınların üretme
sıkıntısı var. Üretemedikleri için tüketerek var olmaya çalışıyorlar.
Başörtüsü yasaklarıyla
ilgili sorunlar çözüldü. Muhafazakâr kesimde, “Bu kazanımlar bir gün
kaybolabilir” kaygısı var mı?
Bilmiyorum.
Sizin böyle bir kaygınız
var mı?
Fransız İhtilali’nden,
Sanayi Devrimi’nden bu yana, dünya ‘bir şey değişir, her şey değişir’
frekansında yaşıyor. Asla "asla" dememek gerekiyor bu anlamda. Fakat
beni düşündüren başka şeyler var, yasak olmadığı halde kızların başını açması
gibi.
Kitapta da başını açan
biri hakkında konuşan iki kızın sohbetini anlatıyorsunuz. Niye açıyorlar
başlarını?
Aşırı süslü
başörtülülere verilen bir tepki var. Popüler Instagram hesaplarına baktığınızda
şöyle yanıltıcı bir analiz çıkıyor ortaya. Sanki şu anda bir yerlere gelmiş
babaların kızlarının tek derdi, bir defile yapmak, tasarımcı olmak. Öyle değil
aslında. Genetik mühendisliğinden tıbbi araştırmalara kadar, sosyal bilimlerde
yüksek lisanstan doktora yapanlara kadar pek çok kız var ama nasıl seçimlerden
önce Twitter bizi yanılttıysa, Instagram’da da şu an durum öyle. Tüketerek
görünür olanların, üreterek yaşayanları görünmez kıldığı bir çağdayız.
13 Şubat 2016 14:54