Bir zamanlar Mısır'da çok şiddetli bir kuraklık
ve kıtlık olmuş. Halk, gayb gözü açık olduğuna inanılan Mısırın evliyasından
Zinnun-i Mısrî'nin başına toplanmış. Demişler ki:
-Efendim, içimizde bir günahkâr
varmış, onun yüzünden rahmet gelmiyor ve yağmur yağmıyormuş. Lütfen onu bir
tesbit etsen, bize versen de, biz onu Mısırdan kovsak, rahmete kavuşsak!
Kıtlıktan kurtulsak.
Bunun üzerine Zinnûn:
-Öyle mi canlar, demiş, onları
savdıktan sonra başını alıp Mısır’dan çıkıp gitmiş. Hayli zaman sonra yağmur
gelmiş, Mısır’ın topraklarında bereket kaynamaya başlamış, halkın yüzü gülmüş,
o ara Zinnûn da Mısır’a dönmüş. Bunu duyan halk Zinnûn’un başına toplanmış:
-Nerelere gittiniz efendim,
sizi hayli zamandır arıyoruz, bulamıyoruz, demeleri üzerine Zinnûn cevap
vermiş:
-Evladım, duydum ki içinizde
bir günahkâr varmış, onun yüzünden ülkenize yağmur gelmiyormuş. Ben de aradım,
taradım, içinizde benden daha büyük günahkârını bulamadım. Başımı aldım, çıktım
ki siz rahmete, berekete kavuşasınız.
Kıssadan çıkaracağımız hisse
şudur: Keşke herkes birbirini suçlayacağına, suçu herkes üzerine alsa: “Bir
suçlu varsa, o da benim” dese, Yusuf Peygamber gibi: “Ben
nefsimin pak olduğunu iddia edemem. Onun işi hep kötülükleri emretmektir.”dese,
nefsini kardeşlerinin arasındaki sevgiye, dayanışmaya feda etse, işte o zaman
rahmet, bereket, huzur, afiyet ve cennet arkamızdan koşarak gelir. Allah bizi,
nefsin avukatlığını yapmaktan muhafaza eylesin.
Biri gelmiş Mevlana’ya sormuş:
-Sen demişsin ki ben yetmiş iki
buçuk milletle beraberim, doğru mu? Mevlana:
-Evet, demiş. Adam Mevlana’ya
saymaya başlamış:
-Vay seni gidi … … …
Bu ifadeler karşısında
Mevlana’dan aynı şiddette hakaretlerle karşılık beklenirken, o tersini yapmış,
kendisine hakaret eden adamın tarafına geçmiş:
-Ey bana bu kötü sıfatları
layık gören, nefsime haddini bildiren kardeş, bu düşüncelerinde seninle de
beraberim, yerden göğe kadar haklısın, demiş.
Bu beklenmedik güzellik
karşısında adam pişman olmuş, özür dilemiş. Had bildirmeye kalkmışken,
densizliğini anlamış, haddini bilen bir adam haline gelmiş.
Üstad Bediüzzaman boşuna mı, “Nefis
cümleden edna, Vazife cümleden a’lâ” yani, nefis herkesten aşağı,
hizmet herkesten yukarı, demiş, eserlerinde. “Nefs-i emareme bir
sille-i te’dip!” diyerek tokatlarını ve tokmaklarını önce kendi
nefsine indirmiştir. Yine büyüklerimizden biri:
“Herkes yahşi ben yaman/ Eller
buğday ben saman” demiş.
Bu örneklerden sonra herkes şu insaf
çizgisine gelse ve, “Büyükler böyle derse, benim gibi küçüklerin de her
halde şöyle demesi gerekir: Ey imana ve Kur’an’a hizmet eden kardeşlerim!
Hepiniz yahşisiniz ben yamanım, hepiniz buğdaysınız ben samanım.” dese,
“içinizde bir kötü varsa o da benim!” diye itirafta bulunsa, kusuru, kabahati
üzerine alsa, gücendirdiklerinden özür dilese, affını istese, gücenenler de
affetme faziletini gösterse acaba problem diye bir şey kalır mı?
Hizmetin gelişmesine ve şahlanmasına engel
görünen bütün nefs-i emareler, egolar, enaniyetler ve benlikler Kur’an’a, ve
imana hizmet yolunda Allah rızası için çırpınanlara feda olsun, kurban olsun.
Olsun ki, Allah’ın kelamı yeryüzünde sahipsiz, kuvvetsiz, çaresiz ve cemaatsiz
kalmasın. Müslümanların ve hizmet gruplarının birliktelikleri bozulmasın. Kuvvetleri
azalmasın, yok olmasın. Düşmanlar ve şeytanlar sevinmesin.
Sevgili Peygamberimiz, dine hizmet yolunda
taşlandı, haşlandı yine de kimseye sitem etmedi. Ona bu zulmü reva görenler
müşrik ve kâfir olmasına rağmen onlara beddua etmedi. Destek beklerken,
karşılaştığı kösteklerden sonra hiç kimseyi suçlamadan, sitem etmeden Allah’a
döndü, çaresizliğini, yalnızlığını Ona arz etti, kendisine acı çektirenlere dua
etti. Bu güzel ahlakı Allah, onun nâçiz ümmeti olan bizlere de nasip eylesin!
21 Şubat 2018 11:44