Şahsiyeti onarmanın tek yolu İslami
çalışmalara sarılmaktır. Ancak bu şekilde yamukluklar düzelir, sivrilikler
törpülenir. Şahsiyetteki cevherler cilalanıp ortaya çıkar, dallanıp budaklanır,
kirli sayfalar formatlanır.
İnsanların hızla özünden kopup tek tip
hale geldiği şu küreselleşen dünyada, kendi kimliğini kaybedenlerden miyiz?
Aklına verilen potansiyellerin henüz farkına varamamış, genel gibi düşünen,
kendi fikirlerine güvenemediğinden başka fikirlerin gölgesini sığınak edinen,
düşünce dünyasına yabancılaşan şahsiyetlerden miyiz?
Kişiliği; fıtratına nakış gibi işlenen, kendisini diğer
insanlardan farklı ve özel kılacak olan ahlakıyla henüz buluşamamış, kendi
kendisine bir başkası gibi davranmayı dayattığından ahlakındaki desenlerin ve
ince motiflerin üzeri kapanmış, bir türlü kendisi olamamış, kendisine
benzeyememiş kimselerden miyiz?
Yüceler âleminden verilen ve ortaya çıkıp işlenme sancısı
çeken yeteneklerini yüreğindeki güvensizlikten keşfedememiş, başka işlere
yoğunlaşmış; yoğunlaştığı iş fıtratına verilen yeteneklerle uyuşmadığından
işinde verimsizleşmiş kimselerden miyiz?
Eğer halimiz böyleyse bu durum kendi özümüze
yabancılaştığımızı gösterir.
İnsanın kendi özüne verilen potansiyellere yabancılaşması,
uzak düşmesi hüsrandır. Her insanın hilkati, tıyneti, fıtratı, cibilliyeti
bambaşka inceliklere sahiptir. Hilkat, tüm mahlûkatın ortak kıvamda
yaratılmasıyken; fıtrat özel ve özgün yaratılıştır. Tıpkı her bir notanın
farklı seslerde olması gibi her insanın kabiliyeti, duygu ve düşünce dünyası farklı
kıvamlardadır. Dolayısıyla farklı potansiyelleri içinde barındırır.
Özel yaradılış kıvamı bozulan insanlarda genelleşme,
sıradanlaşma başlar. Fıtrata verilen cevherlerin önü tıkandığından açığa
çıkmaz. Böylece kişi bir başkasının gölgesi olmayı tercih eder. Kendi ruh ve
fikir dünyasından uzaklaştığı için ödünç kafayla düşünüp; ödünç kafayla duyar.
Fıtratındaki cevherleri işlemediği için ruhuyla bedeni arasındaki denge
bozulur. Kimlik sorunu yaşar ve nerde nasıl davranacağını kestiremez.
Peki, insan bu duruma kendi kendine mi gelir?
Şahsiyetteki birçok problem çocukluk döneminde maruz kalınan
yanlış müdahale ve yönlendirmelerden kaynaklanır. Aşırı müdahalecilik ve
çocukları belli kalıplara uymaya zorlamak şahsiyetlerini derinden yaralar.
Hâlbuki fidan daha tohum halindeyken nasıl bir ağaca dönüşeceği ve hangi
meyveleri vereceği ona kodlanmıştır. Fidanın üzerine bir teneke atıp onu kalıba
girmeye zorlamak, kendisine has özelliği kaybettirir, yamultur. Fidan,
gelişimini olması gerektiği gibi tamamlayamaz; meyveli bir ağaca dönüşmez.
Tıpkı fidan gibi gün geçtikçe dallanıp budaklanan çocukları
başka karakterlere sahip olmaya zorlamak, bir başkasıyla kıyaslamak; kişilik
gelişimini tamamlamalarına engel olur. Çocukluğunda adeta “Kendin olma, falan
gibi ol, falan gibi düşün, onun gibi duy” baskısına fazlaca maruz kalan kişi
maskeli bir kimliğe sahip olur. Birçok aile, çocuklarını disiplinli ve kurallı
yetiştirme düşüncesiyle bu tür yanlış müdahaleler yapabiliyor. Onun için
disiplin ile şahsiyete baskı yapmayı birbirinden ayırmak gerekir. Biri
eğitirken; diğeri ruh sağlığını bozar.
Rabbimiz her insanın ahlakını, aklını ve kabiliyetlerini
farklı kıvamlarda yaratmıştır. Aslında tüm bu ahlaki, akıl ve kabiliyet
farklılıklarını tek tek ele alıp açmak gerekir. Ancak bu yazımızda ahlaki
farklılıkları açmaya ve örneklendirmeye çalışalım inşallah. Rabbimiz insanı en
güzel ahlakla yaratırken; onun bir ahlakını diğer insanlardan farklı kılacak ve
onunla belirginleşecek şekilde daha yoğun yaratmıştır. Kişi, İslami değerleri
olan bir aile ortamında yetişip doğru yönlendirildiğinde yoğun yaratılan
ahlakının kıvamı bozulmayacak ve kişi o ahlakı ile tanınacaktır. Fakat sorunlu
bir aile ortamında, yanlış müdahalelerle ahlakı yamulacak, olması gerektiği
gibi değil, hastalıklı ve aşırı uçlarda cereyan edecektir.
Bu durumu İslam’ın ilk dört halifesinin ahlaki
farklılıklarıyla izah etmeye çalışalım inşallah. Hz. Hz. Ebu Bekir sadakatiyle,
Ömer adaletiyle, Hz. Osman hayâsıyla, Hz. Ali ise ilmi derinliğiyle tanınan,
öne çıkan şahsiyetlerdir. Hz. Ömer’de yoğun yaratılan öfke adalete, Hz. Ebu
Bekir’deki yoğun cömertlik sadakate, Hz. Osman’daki hayâ takvaya, Hz. Ali’deki
incelik ve hikmet ilme kaynaklık yapan birer cevhere dönüşmüştür.
Hz. Ömer’in fıtratına verilen yoğun öfke, İslam öncesi yanlış
müdahalelerle tamamen kıvamından uzaklaşmış ve onu bir zalime dönüştürmüştür.
Hâlbuki öfke Allah’tan inen ve güzel işlere kaynaklık edecek olan bir ayettir.
Hz. Ömer, İslam öncesi kız çocuğunu diri diri toprağa gömen, insanlara ve hanımlarına
zulmeden, katı kalpli bir insan iken; İslam onun geçmişine bir format çekmiş,
şahsiyetindeki arızaları onarmış, öfkesini fıtratındaki kıvamına kavuşmuştur.
Müslüman olmasıyla öfke; onda adalete, şecaate (başladığı bir işi sonuna kadar
götürme kararlılığına, yürekliliğe, özgüvene), korkusuzluğa, önderliğe,
teslimiyete, itaate kaynaklık eden bir cevhere dönüşmüştür. Öfkesi, onu
geceleri Allah korkusundan ağlamaktan, merhametli olmaktan alıkoymamış; kalbini
taşlaştırmamıştır. Onu insanlara her sinirlendiğine hakaret etmeye,
etrafındakileri savurmaya, ağzına geleni söylemeye, kapıları çarpmaya,
insanları dövmeye götürmemiştir. Zaten bu davranışlar öfke kaynaklı olmayıp;
tamamen sonradan kazanılan yanlışlardır. Bunlardan dolayı fıtrata verilen öfke
suçlanmamalı, bu davranışlar İslami eğitimle tedavi edilmeli,
formatlanmalıdırlar. İnsanı kötü ahlak üzere yaratmayıp en güzel ahlakla var
eden Rabbimiz, öfkeyi de doğru işlere seferber edilsin diye belli oranda ve
kıvamda yaratmıştır.
Hz. Ömer (RA)’deki öfke, nefsine çok
ağır gelen durumlarda bile onu itaatten asla alıkoymamıştır. Kendisinin belki
torunu yaşında olduğu halde Rumlarla yapılan savaşa komutan olarak seçilen
Usame b. Zeyd’in almış olduğu karar kendisinin ve sahabelerin nefsine çok ağır
gelmesine rağmen alınan kararı eleştirmemiş, ihlasını kaçırmamaya dikkat etmiş
ve itaat etmiştir. Üstelik sahabelerin eleştiri yapmasına da fırsat vermemiş,
doğru olanı yapmaktan bir an bile geri durmamıştır.
Bu dünyaya hayâlı, sadakatli, cömert, tevazulu, yumuşak huylu
insanlar gibi öfkeli insanlar da lazımdır. Âlimlerin dediği gibi; öfkeli
insanlar toplumu doğru yola yönlendirmede öncülük yapabilecek vasıflarda
yaratılmışlardır. Eğer doğru yola kanalize edilmezlerse kötülükleri yaymada
öncü olabileceklerdir.
Aile içerisinde şahsiyeti yara alan kişi, aynı ortamı
paylaştığı insanlardan da son derece etkilenir. Kişi eğer mükemmeliyetçi,
devamlı kendi fikirlerini dayatan, etrafındakileri belli kalıplara girmeye
zorlayan, fazlaca gereklilik ve zorunlulukları ifade eden kimseler tarafından
yönlendirilirse; kendisinden beklenildiği gibi davranmaya ve düşünmeye çalışır.
Böylece taklitçi bir kimliğe bürünür. Hiç umulmadık yerlerde, kendisinden
beklenmeyen tavırlar sergileyebilir, içine hapsettiği düşüncelerini zaman zaman
sivri çıkışlar yaparak ortaya atar. Aslında bu durum içinde bastırılan
cevherlerin bir isyanıdır. İşlenip aktif hale gelmeyi bekleyen yeteneklerin
bünyede oluşturduğu kargaşadır.
Şahsiyeti onarmanın tek yolu İslami çalışmalara sarılmaktır.
Ancak bu şekilde yamukluklar düzelir, sivrilikler törpülenir. Şahsiyetteki
cevherler cilalanıp ortaya çıkar, dallanıp budaklanır, kirli sayfalar
formatlanır. Eğer ilim ve hikmetle davranılırsa belki geçmişteki tüm
olumsuzluklar kişide şevk unsuruna dönüşür. Kendisi gibi yaralı şahsiyetleri
onarma adına elini uzatan bir şifacı oluverir.
Ancak kişi İslam’a sarılıp; İslami çalışmaları hedef edinmez
ise şahsiyetinin onarımı yine mümkün değildir. Hedef edinmeden çalışan kişi
akıl, ruh ve kalp dünyasıyla işine yönelmeyeceğinden ortada sadece beden kalır.
Benzer görünmenin, benzer düşünmenin, benzer davranmanın moda olduğu bir
dünyada şahsiyetini erozyondan muhafaza edemez. Çalışmalarını hedef edinerek
yaptığında ise akıl ilimden, kalp zikirden, ruh fikirden hissesini alır, doyuma
ulaşır. Kendisini diğer insanlardan farklı kılan tüm yetenekleri ortaya çıkıp
işlenir ve huzura erer…
05 Mayıs 2018 11:41