Bazı insanlar depresyonu ciddi bir hastalık olarak değerlendirmeyip bir
kişilik bozukluğu ve zayıflık işareti olarak görürler. Hâlbuki depresyon,
çocukken yaşanan aile travmalarının, mutsuz aile kalıplarının etkisi ile ortaya
çıkan ciddi bir hastalıktır!
Kötü bir durumla
karşılaşınca, insanlardan yana beklentilerimizi bulamayınca, olumsuz düşünceler
beynimizi kemiriyor mu? Akabinde hayata karşı isteksizlik, kendimize güven
kaybı, kendi kendimizi değersiz hissetme, kaygı, endişe ve suçluluk
duygularıyla baş başa mı kalıyoruz? Ve bu durum bedenimizde uykusuzluk, iştah azalması
ve konsantrasyon bozukluklarıyla beraber dalgınlık mı meydana getiriyor?
Maalesef bu belirtiler
eğer en az birkaç gün sürüyorsa birer depresyon belirtileridir. Hatta bu
belirtiler yaşadığımız olumsuz olaylar şiddetlenince tekrarlanıyorsa; bu durum
bizim sık sık depresyon geçirdiğimizi gösterir…
Hepimiz zaman zaman
olayların etkisinde kalıp hüzünleniriz, kederleniriz… Bazen bir acı sarar
yüreğimizin derinliklerini... Bazı sözler hazımsızlık yapsa da yutmaya
çalışırız… Bazen ayrılık, hasret yakar içimizi… Vuslatı özleriz… Saatler,
dakikalar asır oluverir... Bazen bir ezginin içinde geçen iki cümle bile
ümmetin dertlerini hatırlatır da sağanak sağanak dökülüverir gözyaşlarımız… Acı
akar yüreğimizden… Bazen üst üste gelen olayların içindeki gizli imtihanı fark
ederiz de o bizi Allah’a yaklaştıran bir merdiven oluverir. Bazen de imtihan;
şeytanın etkisiyle bizi kederlere boğan, kaygılarla üzerimize yığılan bir acı
oluverir… İnsanız işte! Hem de beşeriz… Her an kalbimiz istikamet üzere
kalamıyor işte…
İşte, bu tür
duygularımız; şu imtihan dünyasında hüzün, keder olarak verdiğimiz
reaksiyonlardır. Bu haller, stres dolu şu ahir zamanda birkaç saat içerisinde,
bazen de bir gün içerisinde geçebilen durumlarken; kişi de kendine güven
duygusunun yok olmasına ve konsantrasyon bozukluklarına neden olmazlar.
Fakat depresyon; bu
duyguların haddinden fazla yoğun yaşanmasıdır. Adeta acı ve kederin bedendeki
bütün hücrelere nüfus etmesidir. Depresyondaki kişi kendisini kedere boğan şeyi
her an düşünür. Etkisi günlerce, hatta haftalarca veya aylarca sürebilir.
Bedeni etkisi altına alan bu durum uykusuzluk ve kilo kaybına yol açar.
Kişide aşırı suçluluk
duygusu oluşur. Ve “Niye bu tepkiyi veremedim? Eğer ben bu kadar anlayışlı
davranmasaydım, o cesaret alıp bana bu hareketli yapmazdı. Ne kadar ahmağım.
Hak etmediğim şeyler hep benim başıma geliyor” düşüncelerinden sıyrılamaz. Bu
durum, bağışıklık sistemini düşürüp onu devamlı bitkinleştirir. Kişi çok
hastalanır. Üzerinde bir bitkinlik hali olmuştur.
Daha sonra kendini
değersiz hissetme duyguları, üzerine hücum edip beynini istila eder. İnsanlar
arasında hiçbir kadrinin, kıymetinin olmadığı duygularıyla boğuşur. Bu durum
onu “Ben kimim ki değer göreyim. Kendimi ne zannediyorum ki, böyle gelmiş böyle
giderim” demeye teşvik eder. Hiç kimse için bir anlam ifade etmediğinin,
sevilmediğinin, önemsenmediğinin acısıyla yanıp tutuşur.
Kişi, hayatındaki
heyecanı artık kaybetmiştir. Sorunlara takılı kalmak bütün isteklerini,
heveslerini, meraklarını kilitleyip şevkini öldürür. Bir takım şeyleri zoraki
yapsa bile hiçbir istek ve heyecan hissetmeden yapar. Zorunluluk hissiyle
hareket eder. Enerji potansiyelleri kilitlenmiştir. Ve hep bir beklenti
içindedir. Ya sorunların bitmesini bekler, ya ayrıldığına kavuşmayı, ya da bir derdinin
finale ermesini. Zanneder ki en büyük dert, o an içinde bulunduğu derttir.
Düşündükçe de derdi gözünde büyür…
Hep problem
yaşandığında böyle kaygılara ve endişelere yenik düşen kişi, eğer bedenini ve
duygularını etkisi altına alan ‘düşüncelerle’ savaşmazsa; hayatının geri kalan
kısımları Allah muhafaza ruhsal tedavi ilaçlarıyla geçer. Ölümü arzu etmekten
kendisini sıyıramaz.
Depresyona giren
kişiler kolay kolay toparlanamazlar. Bir şeker hastası bile kan şekeri
dengesizliğinden sonra kolayca kendine gelirken; depresyondaki kişi günlerce,
bazen hafta ve aylarca kendine gelemez, toparlanamaz.
Bazı insanlar
depresyonu ciddi bir hastalık olarak değerlendirmeyip bir kişilik bozukluğu ve
zayıflık işareti olarak görürler. Hâlbuki depresyon, çocukken yaşanan aile
travmalarının, mutsuz aile kalıplarının etkisi ile ortaya çıkan ciddi bir
hastalıktır!
Gelelim tedavisine!
Öncelikli tedavisi kendi kendimizi terapi etmemizdir. Rabbimizin sunduğu iman
ve idrak nimetiyle kendi kendimizin doktoru olmaya niyet etmeliyiz. Unutmayalım
ki duygularımız, düşüncelerimizin kontrolü altındadır. Doğru düşünceye
kendimizi nasıl odaklayacağımız konusunu geçen sayımızda açıklamıştık. Aslında
bizleri mutlu veya mutsuz kılan unsurların olaylar olmadığını; olayları
değerlendiriş şeklimiz olduğunu belirtmiştik. Şimdi de insanlardan yana
yaşadığımız bir takım sorunların, yanlış davranışların, sözlerin etkisinden
nasıl sıyrılabileceğimiz üzerinden yola çıkarsak:
Unutmayalım ki
hepimizin bir iç dünyası var. Bizler bu iç dünyamızı değiştirme gücüne ve
yetkisine sahipken başkalarınınkini değiştiremeyiz. Başkalarının duygu, düşünce
ve kararlarının bizimkiler gibi olmasını bekleyemeyiz. Onları kendi
kalıplarımıza uymaya zorlayamayız. Beraber yaşadığımız eşimiz ve çocuklarımız
da olaylara bizim gibi tepkiler vermezler. Duymak istediğimiz gibi
konuşmazlar.
İnsanların her zaman
bizim gibi düşünüp, her konuda bizi haklı görmelerini beklememiz bizde
mutsuzluk ve kaygıdan başka bir sonuç doğurmaz. Tepkiler her zaman insanın
içinde kaldığı aile ortamının, aldığı eğitimin ve benimsediği ahlaki kuralların
etkisi ile gelişir. O yüzden insanların yorumları, düşünceleri, aldığı kararlar
farklı farklıdır.
İnsanların her yaptığı
davranışı, söylediği sözü garipsersek, art niyet ve kasıt ararsak; şeytan
beynimizi devamlı senaryo yazarak meşgul eder. Anlayışlı ve mutlu olmak
istiyorsak; dış dünyayı ve olayları olduğu gibi kabul edip, kendi kontrolümüz
altına almaya çalışmamalıyız. Her olumsuzlukta kaygılara gömülüp,
silkelenemezsek hayat bize zehir olur ve “Neden benim ona verdiğim özveriyi,
saygıyı o bana duymuyor? Benim ona verdiğim değeri o niye bana vermiyor”
sorularıyla boğuşuruz.
Geçenlerde bir tanıdık
sorunlarını anlatıyordu. Devamlı eşinin ve üst kata oturan eltisinin, kendisini
onları düşündüğü kadar düşünmediklerini, onlara değer verdiği kadar değer
vermediklerini anlatıyordu. Onların acısını da, sevincini de yüreğinde hissedip
birebir yaşıyordu. Fakat karşı taraftan bu özveriyi göremeyince hayal
kırıklığına uğruyordu. Eltisinin çocuğuna kendi çocuğu gibi muamele ettiğini,
eltisi hastalandığında yemeğini ve işini yaptığını, çocuklarına baktığını
anlatıyordu.
Kendisinin geçenlerde
bir hastane işi olmuş ve eltisi çocuklarına bakmayı teklif etmemiş. Bu olay ona
o kadar dokunmuş ki uykularını kaçırmış. Devamlı kendisini suçlayıp duruyordu.
Her an eltisinin sözlerini ve hareketlerini düşündüğünü, onsuz yemek
yemediğini, mutlaka bir tabak dahi olsa çıkarttığını söylüyordu. Kafası kaygı
ve endişelerle doluydu. Çünkü aynı davranışları ondan göremiyordu. Eşi için de
buna benzer şeyler anlatıyordu. Her şeyi aleyhineymiş gibi değerlendirip
kuşkulara boğuluyordu…
Ben de çok fazla
hissiyatlı olduğunu ve insanlarla bağımlılık derecesinde ilgilendiğini
söyledim. İnsanları oldukları gibi kabullenmesini ve beklentilerini azaltmasını
söyledim.
Herkesi kendisi gibi
görmek istediği için problem aslında kendisindeydi. Her söylenen sözden ve
davranıştan art niyet aramamasını söyleyerek her insanın kaldığı aile ortamının
farklılığının, yetişme şeklinin, ahlaki olgular ve verilen tepkiler üzerindeki
etkisini açıklamaya çalıştım. Beyninde sorun üretmemesini yoksa Allah muhafaza
ileride ilaç bağımlısı olabileceğini açıkladım.
Hep “Ben kime ne
yaptım? Bana neden böyle muamele ediliyor?” sorularıyla boğuşuyordu. Bekârken
babasıyla olan diyaloğunu sorunca babasının çok katı kuralcı, diktatör ve
kendisiyle hiçbir zaman sohbet etmediğini anlattı. Aslında sorun ortadaydı.
İçinde beslediği bir baba açlığı vardı ve gittikçe büyüyordu. O açlığı
çevresine olan aşırı ilgi ve beklentiyle doldurmaya çalışıyordu. Kendisi bile
bunun farkında değildi. Çevresini aşırı ilgi ile sıkıp karşılık bulamayınca
kendisini aşağılanmış ve dışlanmış hissediyordu.
Rabbimiz hepimizi
farklı farklı yarattı. Bu farklılıklar Allah tarafından fıtratımıza atılan
birer imzadır. Bu farklılıkları evlatlarımızda bile görebiliyoruz. Olaylar
karşısında verdiğimiz tepkiler ve hatta doğrularımız bile farklı farklı. Eğer
her insanı bizim gibi olmaya zorlarsak, bize emanet edilen enerji ve
yeteneklerimiz heba olup gider. Enerjimizi hayırlı işlere yönlendirip
yeteneklerimizi keşfedelim.
Unutmayalım ki
insanların her yönü İslam’la şekillenemeyebilir. Her ahlâk ıslah olmayabilir.
Bu eksiklikleri insanlarda görünce abartmamalı ve oldukları gibi kabullenip
sevmeliyiz… Bizim de benzer yönlerimiz olduğunu hatırda tutmalıyız…
Her hareketten anlam
çıkartarak, kuşkulanıp kafaya takarak ve kaygılarla ömür geçer mi?
Hepimiz birbirimiz
için birer imtihanız. İmtihanlar Allah’ın dilemesiyle oluşur. Allah dilemezse
dünya bir araya gelsin bize zarar veremez. O bir kulu ile bizi imtihan etmeyi
dilemişse mutlaka o imtihanda belirli hayırlar murat eylemiştir. Eğer olumsuz
olaylar dolayısıyla depresyona girilmesi gerekseydi veya normal olsaydı
Peygamberler ve sahabelerin devamlı bunalıma girmesi gerekirdi… Kaygılara
gömülüp endişelerle hayatı kendilerine zehir etmeleri gerekirdi… Ama onlar
gözlerini hep Allah’ın kendilerine verdiği nimetlere diktiler ve motive olup
şükrettiler.
Elimizde var olan
nimetleri düşünmek bizi psikolojik olarak rahatlatırken, bize verilmeyen
nimetlere ve olumsuzluklara odaklanmak ise; isyana, kaygıya ve nankörlüğe
yol açar. Unutmayalım ki geçen her anımız bir daha geri dönmeyecek ve bize
verilenlerin şükrünü ödeyip, doğru yönde kullanıp kullanmadığımız konusunda
hesaba çekileceğiz.
Biz asıl büyük mahkeme
için kaygılanalım! Sırat için endişe edelim… Kabir azabından korkalım… Kendi
kendimizi razı etmeye çalışmak yerine Allah’ı razı etmeye çalışalım. İşte o
zaman mutlu ve huzurlu yaşayıp, ömür sermayemizi hayır uğruna harcamış oluruz…
27 Mayıs 2018 12:01