Hayat, inişli
çıkışlı bir merdiven bizler için. Bir ânımız bir ânımıza uymuyor. İmtihan sırrı
tecelli etsin diye nefes alıp verdiğimiz sürece her şeye şahit oluyoruz.
Ayaklarımızın yerden kesildiği mutluluklarımız da oluyor, bizi derin hüzünlere
gark eden üzüntülerimiz de... Bazen cennet bahçesinde dolaşır gibi huzurluyuz,
sevdiklerimize huzur saçıyoruz kucak kucak… Kusurlarımız da oluyor, bize karşı
işlenen kusurlar da... Lakin kusur işlediğimizde, hoş görülmeyi ve affedilmeyi
beklerken bize karşı işlenen kusurlar hususunda katı davranıp hoşgörüsüz
olabiliyoruz. Oysa yaptığımız hatalar için af kapılarının sonuna kadar
açılmasını istiyorsak affedici olmalı, hoşgörü kanatlarımızı bütün kusurları
ihata edecek şekilde açabilmeliyiz. Nefsimizin fısıltılarını dinleyip mümin
kardeşimize kin duymayı bir tarafa bırakıp Efendiler Efendisi’nin yolunu yol
ittihaz edebilmeliyiz.
Gelin hep
birlikte gözlerimizi kapatalım ve hayalen 1400 küsur sene evveline gidelim.
Gelin asrısaadete doğru seyahat edelim. Biri var o devirde... Hz. Hamza’nın
Bedir savaşında öldürdüğü Tuayme’nin kardeşinin oğlu olan Cübeyr bin Mutim’in
kölesi, ok ve mızrak atmada mahir biri... Cübeyr’in “Uhud savaşında Hamza’yı
öldürürsen seni azat ederim!” diye kandırdığı, Ebu Süfyan’ın hanımı Hind’in de
babasının ve amcasının intikamını almak için türlü vaatlerde bulunduğu biri...
Uhud’da taş arkasına pusuya yatıp mızrağını atarak Hz. Hamza’yı şehit eden,
Hind’e müjdeyi verip hayal ettiği dünyalıklara kavuşan biri...
Ona Hz.
Hamza’yı öldürmek yetmemişti anlaşılan... Özgür olma hayali ve daha çok hediye
alma hırsı ile göğsünü yarıp ciğerini çıkarmış ve Hind’e takdim etmişti.
Hind’in yüreği katran rengi intikamla doluydu.
Allah Resulü
(s.a.s.) savaş sonunda şehitler arasında dolaşırken, amcasının feci hâlini görünce
dayanamamış; âdeta kalbinin parçalandığını hissetmişti. Gözleri yaşlı Yüce
Peygamber, şunları söylemekten kendisini alamadı: “Ey Allah Resulü’nün amcası!
Ey Allah ve Resulü’nün arslanı Hamza! Ey hayırlar sahibi Hamza! Ey Allah
Resulü’ne bütün varıyla hami olan Hamza! Allah sana rahmet eylesin! Eğer yas
tutmak gerekseydi senden sonra sevinmeyi terk edip yas tutardım...” (Tabakât,
3: 13-14.)
Hz. Hamza’nın
katili idi. Göz önünde olamazdı. Hicretin sekizinci yılında, Mekke fethedildiği
gün Mekke’den kaçıp bir müddet uzak yerlerde kaldı. İslam Ansiklopedisi Vahşî
b. Harb maddesinde anlatıldığına göre: “Resulüllah’ın huzuruna çıktığında veya
onun kendisine haber gönderip İslam’a girmesini istediğinde Vahşî, günahkâr
olduğunu söyleyerek tereddütlerini ifade edince Resul-i Ekrem, ‘Kim de tövbe
eder ve salih amel işlerse işte o, Allah’a tövbesi kabul edilmiş olarak döner.’
(Furkan, 25/71.) ayetini okumuştur. Bunun üzerine Vahşî, ‘Ey Allah’ın Resulü!
Ben neredeyse küfre denk bir günah işledim. Allah bunu da hasenata çevirir mi?’
diye sormuş, Resulüllah da ‘Şüphesiz Allah kendisine ortak koşulmasını
bağışlamaz. Bunun dışındaki günahları, dilediği kimseler için bağışlar…’ (Nisa,
4/116.) ayetiyle cevap vermiştir. Bununla da tatmin olmayan Vahşî, ‘Burada
Allah’ın dilediğini affedeceği bildiriliyor, beni bağışlamayı diler mi dilemez
mi bilmiyorum.’ deyince, Hz. Peygamber, ‘Ey kendilerinin aleyhine aşırı giden
kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Şüphesiz Allah bütün
günahları affeder. Çünkü O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.’ (Zümer,
39/53.) ayetini okuyarak Vahşî’nin bütün endişelerini gidermiş, bunun ardından
Vahşî İslam’a girmiştir.”
Fakat
amcasının parçalanmış vücudu gözlerinin önünden gitmiyordu. “Benim gözüme biraz
az görün. Seni görünce amcamı hatırlıyor, dayanamıyorum. Elimde olmadan
üzülüyorum.” buyurdu. Vahşi de Resulüllah’ın emrine uyarak, vefat edene kadar
gözüne görünmedi. Mahcup, başı önünde Resulüllah’ın “Artık gözüme
görünebilirsin.” sözünü duymak için bir ömür bekledi. Aynı mızrak ve aynı okla
peygamberlik iddiasında bulunan Yalancı Müseyleme’yi öldürüp Hz. Osman
zamanında vefat etti.
Şöyle bir
düşünelim... Biz, bir ömür aynı yastığa baş koyduğumuz can yoldaşımızın bir tek
hatası yüzünden gönlünü paramparça ederken, evladımızın toyluklarını
affedemezken, kardeşlerimize üç kuruş fazla verdi diye ana babamıza kırılırken;
O Resul (s.a.s.) en sevdiği amcasını öldüren Vahşî’yi affediyor. Bu nasıl bir
yüce gönüllülüktür ki affetmekle kalmıyor, amcasının acısını içine gömüp onu
bizim gözümüzde “Vahşî Radıyallahu anh” diyeceğimiz bir statüye yükseltiyor.
Peki ya Hind?
Hz. Hamza’nın vücudunu paramparça eden, Uhud şehitlerinin organlarıyla kolye
yapan Hind? Ona nasıl davranıyor? Hind imana yürüyünce “Gelme.” demiyor, “Sen
amcamın ciğerini dişleyen bir yamyamsın.” demiyor, “Bu kirlenmiş ağzına
Kelime-i Tevhid’i nasıl alırsın?” demiyor, “Bu kadar günah kirini hangi su
temizler?” demiyor. Affediyor…
Tıpkı Taif’te
ayağından kan çıkana kadar taşlayanları affettiği gibi… Allah Resulü, bu zorlu
ânı daha sonraları şöyle anlatmıştı: “Bir ara başımı yukarı kaldırdığımda, beni
gölgelendirmekte olan bir bulut gördüm. Baktım ki içinde Cebrail var. Bana
seslendi ve şöyle dedi: ‘Şüphesiz Allah, kavminin sana söylediklerini ve seni
(korumayı) reddettiklerini duymuştur. Onlar hakkında kendisine dilediğini
emretmen için sana dağlar meleğini göndermiştir.’ Bunun üzerine dağlar meleği
bana seslendi, selam verdi ve şöyle dedi: ‘Ya Muhammed! Ne dilersen olacaktır.
İki dağı onların üzerine kapamamı dilersen (yaparım).’” Fakat çektiği bu kadar
eziyete rağmen Rahmet Elçisi’nin dudaklarından yalnızca şu cümleler dökülmüştü:
“(Hayır.), Bilakis ben Allah’ın, onların soyundan yalnız Allah’a kulluk eden ve
O’na hiçbir şeyi ortak koşmayan kimseler çıkarmasını dilerim.” Nitekim Allah
Resulü’nün bu duası kabul olmuş, Yüce Allah’ın ona Mekke’nin fethini nasip
ettiği günden itibaren Arap yarımadasında yaşayan müşrik topluluklar akın akın
İslam’a yönelmişlerdi. (Buhari, Bed’ü’lhalk, 7; Müslim, Cihad ve Siyer, 111;
Nasr, 110/1-2.)
Peki ya
dualarında Allah’a layık kul, Resul’e layık ümmet olmayı dileyen bizler,
Allah’ın ve Resulü’nün (s.a.s.) boyasıyla boyanıp ahlakıyla ahlaklanabiliyor
muyuz? Daha ne kadar nefsimize hizmetçi olacağız? Kâinatın yaratıcısının ve
O’nun habibinin affediciliği aşikâr ve kesinken biz nasıl bizden af dileyeni
huzurdan kovuyoruz? Nasıl oluyor da Vahşî’nin sorusuna üç ayet ile cevap veren
hassas bir dine inandığımızı söyleyip karşımızdakinin yakarışlarına tenezzül
edip cevap vermiyoruz? Kendi hatalarımız boyumuzu aşmışken gönül bağı
kurduğumuz dostlarımızı nasıl tek kalemde siliyoruz?
Yazık bize…
Allah’ın rahmetinden, merhametinden, mağfiretinden bahsedip iş başa düşünce
nefsimize yeniliyoruz. Konuşmaya gelince Müslümanlığı kimseye bırakmıyor, amele
gelince kibir denizinde boğuluyoruz.
Hatırlayalım…
Aczimizi itiraf ederek secdeye kapanıp gözyaşıyla seccademizin ıslandığı
günleri… Merhamet dilediğimiz, “affet” diye dua dua yalvarıp yemeden içmeden
kesildiğimiz günleri… Boyun büküp “Senden gayri Rabbim yok.” diyerek af
dilediğimiz demleri… Günahlar ummanından selamet sahiline çıkmak için af
gemisinin yolunu gözlediğimiz günleri… Af kapısında günlerce bekleyip tokmağa
defalarca vurduğumuz günleri… Her tövbeyle pir u pak olduğumuz günleri…
Bu yüzden;
affedelim ki affa mazhar olalım. Merhamet edelim ki Hak’tan merhamet görelim.
Sevelim ki sevilelim. Unutmayalım ki af kapısı, affedenlere açılır.
Ayşeli POLAT
Isparta İl
Vaizi
03 Şubat 2020 15:03