Çoğunlukla konuşuyor, pek az sükût
ediyoruz. Kalabalıklaşmış cümleler, özünü yitirmiş kelimelerin arasında
kaybolmuş gibi benliğimiz. O manadan uzak tekellümler, ulaşamadan varacağı
yere, sallanıp duruyor boşlukta. Samimiyetin o sıradanlıktan uzak, mucizevî,
hayatın aslını vadeden güzelliğini içimize çekemeyişimiz, her kelimeye bir
nebze o güzellikten konduramayışımız, ruhsuz, anlaşılması zor insanlara
çeviriyor her birimizi.
Şairin; “Hiç bir kelimeyi almıyor
içimiz, kelimeler çoktandır vahim” dediği yerde takılı kalmış da, bir sonraki
mısraya geçemiyor gibiyiz. Kendi benliğimize mahkûmiyeti yaşatan yine biziz. O
kendimizi mahrum ettiğimiz samimiyet ve samimiyet kokan cümlelerin birer birer
rafa kaldırılması, kelime kirliliğinden nefes alamayacak duruma getiriyor bizi…
Ama acıdır; görmüyoruz. Hemen yanı
başımızda, gözlerimizin önünde anlamını yitiriyor her nahif sözcük;
hissedemiyoruz. Kapanmış basiretimizin cezasını, en masum yanımız olan kalbimiz
çekiyor. Hem de en ağır şekliyle. Malumdur; kalp bedene neşrediyor hissettiklerini.
Daha sonra akla nüfuz ediyor ve düşüncelere…
Bir toplumun iflası, düşünce sarkacına
ilişmiş fikriyatların, menfi şekilde bedenden sosyal çevreye intişarıyla
başlıyor. Hastalıklı bir virüs gibi yayılıyor aramızda. İlişmediğini
zannettiğimiz benliğimiz, her geçen gün nasipleniyor da; ruhumuz bile duymuyor.
Samimiyetten uzak öyle çok kelime
israfımız var ki; değil sair insanlara sesimizi duyurmayı ve onları duymayı,
biz bizi bile duyamıyoruz artık. Bağırıyor içimizde bir şeyler çığlık çığlık…
Üzerine vazife bilmiş kalp, konuşuyor hiç durmadan. Yüreğimiz ayrı anlatıyor.
Fikirler, düşünceler, ağlasalar da kâr etmiyor. Zira biz onları duyabilecek
vaziyetten çok, hem de çok uzaklardayız. Her iki elimizde şu vakitlerin en
bastırıcı, en susturucu unsuru olan “konuşmayı” sonuna kadar kullanmaktan hiç
geri durmuyoruz. Düşünmeden, neden/niçin demeden kullandığımız, dilimize gelen
sözcükler, muhatabımızın benliğini, kimliğini sorgulama zorunluluğuna kadar
varıyor. Müslüman olarak bir başka Müslüman kardeşimizin samimiyetini
sorguluyor, sözüne itimat edemiyor, birbirimize güvenemeyecek duruma geliyoruz.
Dilden kalbe, kalpten dile gidip gelen
bu kelime döngüsünü, bedenden ve ruhtan bağımsız zannederek çok büyük bir
yanılgıya düştüğümüzün farkında bile değiliz. Oysaki “Müslüman, insanların
elinden ve dilinden emin olduğu kimsedir.” hadisi şerifi, bize bu konudaki en
açıklayıcı cevabı veriyor.
Dilinden emin olunmayanın, elinden de
emin olunmayışı gerçeği, Müslüman ile bir başka Müslüman için bile çok ciddi
bir tehlike ve büyük bir sorun iken, toplumun genelini kaplayan bu menfi durumu
kelimelerle izaha çalışmak aklımıza muhalif düşüyor.
Bu noktada elden ve dilden emin
olunmayışımız, Müslümanlar arasındaki güven duygusunu sorgulayacak duruma
sürüklüyor bizi. Fazlaca yapılan kelime israfı bize, yani topluma bedelini ağır
ödetiyor. Güvenden vuruyor bizi.
Güvenden darbe alan toplumu ne ile iflah
edebiliriz ki? İnsan içi ilişkilerimizde kaybolmuş samimiyet ve güvenin yerini
neyle doldurabiliriz? Hadi yama yaptık diyelim, tutar mı? Varsayalım tuttu,
kaybedilmemiş zamanlardaki saflık ve temizliği sürdürülebilir mi?
Naçizane diyorum ki; kırılan bardak bir
daha tutmaz, tutsa da sağlam olmaz. Olsa bile ‘acaba çatlar mı, bir daha
kırılır mı’ evhamları, zihnimizden hiç eksik olmaz. Bizi temkinli olmaya sevk
ederken, bu da bizi samimiyeti sorgulayan, samimiyetten dem vururken
samimiyetle yoğrulmuş bir yaşamdan hali bireylere dönüştürür.
Nihai olarak, çoğunluğunu bu yapıya
sahip bireylerin oluşturduğu bir toplumdan sağlıklı, müspet bir gelecek
beklememiz çok da mümkün değildir.
Çoğu zaman toplumsal sorunların
kaynağını başka yerlerde arayışımız bizi doğruya götürmüyor. Cevabı aranan
sorun, sorusundan bağımsız olunca, menfi sonuçlar alıyoruz. Bu da bizi
ümitsizliğe sevk ediyor. Cevap ortada oysaki… Dünyevi, uhrevi, insani
ilişkilerin altında yatan en büyük sorunumuz samimiyetsizliktir. Bunu
anladığımız gün, her şey değil belki ama çok şeyi değiştireceğiz. Dilimiz
bizimle, düşüncelerimizle hem fikir olunca, kalpten dışarıya nüfuz eden cümleler
benliğimizden bağımsız olmadığında, konuşurken biz özünden sapmamış asli
kimliğimizle konuşursak; her şey çok daha güzel olacak.
Muhatabımız karşısında dilimiz, içimizin
aynası olduğunda samimiyeti yakalamış olacağız. Karşımızdaki insan tarafından
sorgulanmayacağız en azından. Samimiyetimizden vurmayacaklar bizi. Çok değil,
bir nebzede olsa, dilimize samimiyet nakşolsa, düşünmeden konuşmayacak, kelime
israfı yapmayacağız. Anlam bulsa sözcükler mana âleminde, zenginleşecek
gönlümüz, kelime dağarcığımız. Kırmayacak kırılmayacağız. Bedenimize kondursak
o samimiyetten bir tutam, lisan-ı halimiz klişeleşmiş, sıradanlaşmış her ne
varsa uzaklaşıp asıl benliğini, kimliğini bulacak. Pişecek, olgunlaşacak
Allah’ın izniyle…
Bakarken boş gözlerle değil dolu dolu bakacak
ve göreceğiz. Gülerken aşırıya kaçmayacağız mesela. Yürürken vakarı elimizden
bırakmayacak, tepeden tırnağa izzetin, şerefin güzelliği ile kuşanacak her
yanımız. Her şey, samimiyet damarlarımıza işleyince olacak ama. O zaman
susmanın içindeki kelimeleri daha iyi duyacağız. Susmaktan yapılmış anların
içinde işte o zaman kaybolacağız.
Samimiyetle başlayan her amelin nasıl
güzelleştiğini, bize nasıl güzel kapılar açabildiğini işte o zaman müşahede
edeceğiz. Şimdi, her ne varsa hayata dair donduralım hep beraber. Varsa içinde
samimiyet kokulu amellerimiz, durmayalım devam edelim. Şayet yoksa içine bir
demet samimiyet ekleyip, yolumuza öyle devam edelim. Sairinde kalan her ne
varsa, fani dünyaya helalinden armağanımız olsun.
Hâsılı; şairin de dediği gibi “Samimiyet
en güzel keramettir. Bırakın uçmak kuşlara münhasır olsun… ”
28 Mayıs 2020 12:02