Yerli yerinde kullanılan söz ehemmiyetlidir

 

03 Haziran 2020 01:11
Yerli yerinde kullanılan söz ehemmiyetlidir





  Konuşurken
şartları, zamanı, mekânı doğru değerlendirmek; orada bulunan kişinin ya da
kişilerin aklına ve anlayışına göre söz söylemek, hikmetli konuşmaktır.
Hikmetli konuşabilmek için iyi bir dinleyici olmak şarttır. Çünkü dinleyemeyen
anlayamaz, anlayamayan ise nabza göre şerbet veremez.

Dinlemek, sadece söylenenleri dinlemek
değil; aynı zamanda karşıdakinin söylemleri ve davranışları üzerinden
duygularını okumak, davranışlarının altında yatan sebepleri tanımaya
çalışmaktır. Ancak bu şekilde karşıdakinin duygularıyla temasa geçebilir. İyi
bir hatip olan Allah Resulü (ﷺ),
kişiyle muhatap olurken önce nereli olduğunu, yetiştiği aile ortamını ve hayat
şartlarını anlamaya çalışıyor, buna yönelik sorular soruyordu.

O (ﷺ), her sene hac zamanı panayırlar kurulduğunda
tek tek çadırları gezip gelenlere önce nereli olduklarını soruyor, mizaçlarını
anlamaya çalışıyordu. Her yöre insanının kendine has bir mizacı vardır. Allah
Resulü (ﷺ) çadırları gezerken
İranlıların çadırına giriyor. Nereli olduklarını sorduktan sonra “Sizin şu
falancalarla aranızda husumet var değil mi?” diyor. Onlar da
güçlü ordularıyla sürekli kendilerine baskın düzenleyen, mallarını yağmalayan
düşmanlarından yakınıyor, dertlerini anlatmaya başlıyorlar. Allah Resulü
onlara; “Sizin düşmanlarınıza yenilmenizin en büyük nedeni
dağınıklığınızdır.” buyuruyor. Onlarla sıcak bir temas
kurduktan sonra davasını anlatmaya kapı aralamış oluyor. Onlara çeşitli
çözümler sunmaya başlıyor. Tabi İranlılar o dönem iman etmiyorlar, fakat Allah’ın
Resulü, hikmetli sözleriyle onlar üzerinde derin bir iz bırakıyor.

Zamanın birinde padişahlardan birisi,
rüyasında en yakınlarının tek tek suda boğulduğunu görüyor ve bir tabirci
çağırtıyor. Rüya tabircisi, Padişaha en yakınlarının bir bir gözlerinin önünde
öleceğini söylüyor. Padişah çok korkuyor ve tabirciyi cezalandırıyor. Tabi
yapılan yorum üzerine uykuları kaçıyor. Başka bir tabirci çağırtıyor. O da “Ey
Padişahım müjde size, yakınlarınız arasında en uzun ömürlü kişi siz
olacaksınız.” diyor. Bu söz padişahı sevindiriyor. Aslında iki yorum da aynı
kapıya çıkıyor, fakat ikisinin de insan üzerinde bıraktığı etki çok farklıdır.

İçinde bulunduğumuz çağda, bunca haram ve
ahlaksızlık etrafımızı kuşatmışken kendi aile efradımıza karşı daha dikkatli
olmamız; kendimizi ve ailemizi iyi muhafaza etmemiz gerekiyor. Annelik, bir
insan yetiştirme sanatıdır. Çocuğunu hayata hazırlamaktır. En önemlisi de
çocuklarda Müslümanca bir ‘dünya görüşü ve idealler’ oluşturmaktır. Nerden
geldik, nereye gidiyoruz, bu hayata neden gönderildik? Geçici dünya hayatındaki
sorumluluklarımız nelerdir? Bu soruların cevapları üzerinden aşama aşama çocuğu
hayata hazırlamanın adı; anneliktir.

Müslüman bir annenin sorumluluğu,
çocuklarına dünyaya, olaylara, hayata ve ölüme nasıl bakacağını öğretmektir.
Çocuk eğer bunları anneden almaz ise onun ‘dünya görüşünü ve ideallerini’
okulda aldığı seküler eğitim, öğretmenler ve medya şekillendirecektir.
Çocuklarında ahiret odaklı; bir gün Allah’a dönme gerçeği üzerinden şekillenen
idealler geliştirmek, her Müslüman anne-babanın vazifesidir. Özellikle onu hem
bedeninde, hem kucağında büyüten ve şefkati sebebi ile babadan çok daha fazla
etki sahibi olan annenin vazifesidir. Baba ise gidişatı sürekli kontrol altında
tutmakla ve annenin eksiklerini tamamlamakla sorumludur.

Eğitimde babanın etkisi ile annenin
etkisi ayrı ayrıdır. Çocuğun ikisi tarafından da yönlendirilmeye ihtiyacı
vardır. Çocuklarını doğruya yönlendirmek ve eğitebilmek için eşler, gerek
birbirleriyle, gerekse de evlatlarıyla olan diyaloglarını çok sağlıklı bir
şekilde yürütmelidirler. Yapılan hatalara karşı ani öfkeyle hareket edilmemeli,
söylemlere çok dikkat edilmelidir. Mühim olan; aksilikler, hatalar karşısındaki
söylemlerimizdir.

Bugün insanların sözleriyle en fazla
yakıp yıktığı kalpler, ne yazık ki; en yakınlarının kalpleridir. Belki dışarıda
sözü geçen, insanlar üzerinde etki bırakan, onlara karşı çok iyi bir davetçi
olan anne-babalar, birbirlerini anlayamayabiliyor, evlatlarıyla çatışma
yaşayabiliyor. Onları kendi idealleri ve dünya görüşleri doğrultusunda
yetiştiremeyebiliyorlar. Bunun en büyük nedeni, anne-babanın doğruyu, güzeli,
hakkı uygun bir üslupla izah etmeyişleridir.

Bazı anne-babaların yaptığı en büyük
hata; yıllarca çocuğa bir şey vermiyor, onu TV önünde, internet ortamında
serbest bırakıyor ve o tertemiz tabiatı haşereler istila ediyor. Bu kez
ergenliğe girerken devreye girmeye çalışıyor. Çocuk bu müdahalelerden
sıkılıyor, isyan ediyor. Bazı aileler gerekeni vermeden büyük beklentilerde
bulunuyor. İçini doldurmadan amel bekliyor, sevdirmeden kulluk istiyor, hayâ
duygularını korumadan örtünmesini bekliyor, adabı öğretmeden erkeklerin
yanında, büyüklerin yanında hal ve tavırlarında edep bekliyor. Gerekenleri
gereken yaşta, hatta en uygun zamanda söylemediği için geç kalınmış olunuyor.
Çocuğun dünya görüşü ve idealleri, mevcut bozuk düzen tarafından şekillenmiş
oluyor. İslami kimlik gelişmiyor.

Zaman çok değişti. Kendi ailemiz,
özellikle çocuklarımız ihmale gelmez. Eskiden insanları harama çağıran unsurlar
bu kadar çok değildi. Çocuk, anne-babasını taklit ederek, birkaç nasihatiyle
yetinebiliyordu. Şuan ise ateş çemberi her bir tarafı sarmış. Eğitim kurumları,
ahlaksızlığın öğrenildiği, pratiğe geçtiği yerler haline gelmiş. Eğitim için
yolladığımız çocuklar, şayet üzerinde durmasak yozlaşıp geliyorlar. Onun için
onları ne gevşek bırakmalı, ne de askeriye disiplini gibi bir disiplin altına
almalıyız. Hikmetle konuşmalı, hikmetle yönlendirmeliyiz. Sevdirmeli, nefret
ettirmemeliyiz. Hakaret etmemeli, dilimizi onları rencide edecek şekilde
kullanmamalıyız.

Firavun, Allah’a asi gelen bir insandı,
azmıştı. Fakat yüce Allah Hz. Musa’ya, gidip ona yumuşak söz söylemesini
istedi. Hz. İbrahim, Nemrud’la hikmetle konuştu, hakaret etmedi. Asr-ı Saadet
dönemine baktığımızda, hiçbir sahabenin Ebu Cehil’e ve İslam düşmanlarına
hakaret ettiklerini görmeyiz. Peygamberlerin zalimlere yapmadığı hakaretleri,
aşağılamaları, eşler birbirlerine ve kendi çocuklarına yapamazlar. Yüce Allah,
bu hakkı Peygamberlerine bile vermemiştir.

Allah Resulü (ﷺ) bir hadislerinde “Bir Müslüman’a şer olarak, başka bir Müslüman’a hakaret
etmesi yeter” (Müslim) buyuruyor. Hakaret, aşağılama, küçük
düşürme, alaycı konuşma, aile bireylerinin birbirlerine olan güvenini kırar.
Saygıyı ortadan kaldırır. Saygının kalktığı yerde sevgi de ölür. Çünkü saygı,
sevginin koruyucusudur. Eşler birbirlerinin ve evlatlarının hak ve hukukuna
dikkat etmeli, birbirlerini ikaz ederken bunu rencide ederek yapmamalıdır. En
iyi ikaz, fark ettirmeden yapılandır. Allah Resulü, hiçbir zaman insanların
hatalarını yüzlerine söylememiştir. Birinde bir yanlış gördüğünde “bazıları
neden böyle şeyler yapıyorlar” gibi genel ifadeler kullanmıştır. Herkesin
ortasında yapılan ikaz, kişiyi utandırır, rencide eder. Onun için ikaz etmenin
dahi etkili olabilmesi için yeri, zamanı ve şartları vardır.

Sahabelerden Bilal-i Habeşi ve Ebu Zer
arasında bir tartışma yaşanıyor. Ebu Zer, Bilal’e “Ey kara kadının oğlu” diyor.
Bilal-i Habeşi, Ebu Zer’i Allah Resulüne şikâyet ediyor. Tabi Ebu Zer,
yaptığına çok pişman bir şekilde Resulullah’ın yanına geliyor. Kendi nefsini
kınayarak huzura varıyor. Pişmanlığını dile getiriyor. Gidip Bilal’in kapısının
eşiğine başını koyuyor ve Bilal’e “Bu baş, o kara ayakların tarafından
basılmadıkça yerden kalkmayacaktır” diyor. Bilal ise eğilip
onun başını öpüyor. “Bu baş basılmaya değil, öpülmeye layıktır.” diyor
ve onu yerden kaldırıyor.

Bu olaydan çıkaracağımız çok ders var
aslında. Ama biz, üç madde halinde kısaca değinelim.

Birincisi: Ebu Zer, Bilal’e hakaret
ettiğinde Bilal aynıyla veya onda bulunan bir kusurla ona karşılık vermiyor,
hakaret etmiyor. Bu da tartışmanın uzamasına ve büyümesine engel oluyor. Bu
olay, Allah Resulü’nün şu hadisini akla getiriyor:

“Bir kimse sana söver ve senin hakkında bildiği
bir şeyle seni ayıplarsa, sen onun hakkında bildiğin çirkin şeylerle onu
ayıplama. Bu işin vebali ona aittir.” (Ebu Davud)

İkincisi: Ebu Zer söylediği söz için
hemen pişmanlık duyuyor. Kendisini savunma moduna geçmiyor. Bu, hata işleyen
Müslümanın tutunması gereken bir tavırdır. Tevbe, pişmanlık ve af dilemek.

Üçüncüsü: Bilal kin gütmüyor, hemen
affediyor. Konuyu uzatmıyor. Sonuçta Bilal’in annesi ortaya atılmıştı,
küçümsenmişti. Hz. Bilal, bir zamanlar köle olarak alınıp satılan, insani
haklardan yoksun bir kadının oğluydu. Bu utanç vesilesi değildi ama Ebu Zer,
bunu bir utanç vesilesiymiş gibi dile getirdi. Onun ırkını küçümsedi. Onun için
söylem aslında çok ağırdı. Bilal dilini tutmasaydı bu olay için belki kan bile
dökülebilecek aşamaya gelinirdi. Bu durum Allah Resulü’nün şu hadisini akla
getiriyor:

“Affediniz ki affolunasınız.” (Heysemi)  



Yorumlar
Adınız
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.