Gözleri
bir deryaydı. Evet, evet uçsuz bucaksız bir derya… Oraya her daldığında ne
çıkmak istiyordu, ne de enginliğinden yana endişeler taşıyordu. Nasıl taşısındı
ki! Meftundu o gözlere. Üstelik bir ayetin gölgesinde vurulmuştu ilk olarak.
Bir ayetin serinliğine talip olma muradıyla bakmış ve vurgun yemiş gibi
olmuştu.
Vurgun yemişti
hisleri… Vurgun yemişti hayalleri… Vurgun yemiş üstüne bir de çoraklaşmış bir
vadiye dönmüştü yüreği… Buna rağmen ürkmemiş, adımları endişeler diyarına hiç
mi hiç meyletmemişti. Yepyeni bir sayfa açılmıştı hayatında. Gözlerinde umudu
görmüş sevgiyi okumuştu ilk bakışta. O ilk ve tek bakışta!
Evet,
tek bakış! Zira bir dahaki derin bakışı nikâh bağıyla bağlandıklarından sonra
doğrultmuş ve yine aynı derya ile karşılaşmıştı. Aynı derin, manalı ve biraz da
mahzun bakışlarla… Aynı umut, sevgi ve güven veren bakışlarla…
“Siz onlar için libassınız, onlar da sizin için
libastırlar” sırrını,
adeta damarlarına yayan gözler! Ve “Aranızda bir sevgi ve muhabbet var ettik” hakikatini
anlatan, kavratan, derin derin solutan bakışlar…
Bunlar,
Allah’ın emri ve Peygamber Efendimiz’in kavli ile birleşmek isteyen her gönlün
muhakkak tattığı/tadacağı duygulardı! Öylesine emindi ki bundan… Ve evlenip
yuva kuran her mümin erkek ve kadının, derin duygular eşliğinde unutulmaz anlar
yaşadığından… İlk adımı sevgi, heyecan ve umut eşliğinde kararlıca
attıklarından… Baş başa tarifsiz güzellik ve özellikte hislerle dolup
taştıklarından… Birlikteliklerinin yalnızca bu dünyayı değil, sonsuz bir hayatı
da kapsayacağı inancıyla birbirlerine bağlandıklarından…
Hal böyleyken
saman alevi gibi sönmemeliydi o ateş. Sönemezdi! Bir boran, bir fırtına gibi
gürleyip geçmemeliydi o esinti. Geçemezdi! İlk sendeleyişte düşmemeliydi o
bedenler. Düşemezlerdi! İlk anlaşmazlıkta kopmamalıydı bağlar. Koparamazlardı!
İlk hayal kırıklığında silinmemeliydi güzellikler. Silemezlerdi!
Tüm bunlar,
kadir-kıymet bilmezlerin, korkakların, vefasızların, kendine hayrı
dokunmazların işiydi. Ancak böylelerinin yapabileceği şeylerdi. Erdemli insanın
harcı da değildi, aklının kârı da!
Öyle ya, insan
hep aynı hal üzere kalamazdı ki! Haliyle gözler de her dem deryalık
edemeyebilirdi… Eşler her vakit birbirlerine ilk günkü gibi iştiyak ile
yanaşamayabilirlerdi. Birinden biri, zaman içerisinde biraz huysuz, biraz
tatsız, biraz gergin, biraz donuk, biraz ‘bambaşka’ olabilirdi pekâlâ! Bu gayet
normal, gayet ‘insanca’ değil miydi?
Hem maharet
dediğin; deryalığı bir kez atfettiğin göze her dem dalabilmek değil miydi? O
gözler kızgınken de… Üzgünken de… Boğukken de… Hatta hissizlikten kaskatı/ruhsuz
kesilmişken de.
Düşünüyordu da
bazı eşler, farkına bile varmadan birbirinin, o vaktiyle bayıldıkları özellik
ve güzelliklerini kendi elleriyle yok ediyorlardı. Ne acıydı bu! Ne korkunç!
Daha ilk değişim/dönüşümde “Vay be demek sen buymuşsun! Ne mal olduğun
açığa çıktı bakıyorum…” türevinden söylemlerin önünü tıkadığı
ne muazzam yükselişler çöküşe geçip dibe vurmuştu, kim bilir. Kaldı ki
‘değişim’ diye addettikleri; ‘eş’ olmalarının, ‘bir’ olmalarının en tabi bir
sonucu değil miydi? Kişi kendi başına kaldığında takındığı tavrın birebir
aynısını, girdiği ortamlarda ve ilişki kurduğu tüm insanlara karşı da
sergiliyor muydu yani? Dolayısıyla eşlerin birbirlerine karşı, kendilerine
karşı oldukları kadar dürüst olmalarının nesi kötü, nesi ikiyüzlülük, nesi aslını
ifşaydı?
Öte yandan
insan zayıftı. Zayıflığını en çok en yakınına gösterendi. Eşler birbirlerinin
en zayıf, en savunmasız anlarına şahit oluyorlardı. Ve tabi en hırçın… En
çekilmez… En kötü… Bazen de en acımasız ve en umarsız hallerine… Böyle
durumlarda kapıyı vurup çıkmak yerine başka bir yol izlenemez miydi, sahi? O
hata, o kusur, o yanlış yüze vurulup da kırmak/incitmek/bozmak yerine yapıcı
bir tutum sergilenemez miydi? Bir mürşit, bir doktor, bir bahçıvan edasıyla
yarenlik edemez miydi yekdiğerine? Güzel hatıraların devreye girmesi sağlanamaz
mıydı? En güzel anların yaşattığı o emsalsiz duygular yetiştirilemez miydi
imdada?
Aslında evet,
bir hayal kutusu olmalıydı insanın! İçinde ilklerini ve enlerini, itinayla
muhafaza ettiği… En güzel ve özel demlerini özenle sakladığı… Adeta ilk yardım
kutusu gibi, yaraları sarmak, acıları dindirmek, tedavi etmek için kullandığı
bir hayal kutusu. Unutulmaz anların otağı… Hakkı ve sabrı tavsiyenin en güzel
boyutu… ‘Libas’ olmanın en tabi sonucu… Sevmenin, sevilmenin, istemenin ve
istenmenin; o güzel demlerin hatırı…
Evet, evet
birbirinin mürşidi olmalıydı eşler. Hatalarına, kusurlarına, acizliklerine
rağmen sevip saymalıydılar birbirlerini. Oldukları gibi kabul etmeli ancak
olduklarının çok ötesine taşımanın derdini de mutlaka gütmeliydiler. Beraber
yürümeliydiler seyr-i sulûk yolunu. Birbirlerini destekleyerek yer yer iterek
çıkmalıydılar kemalat merdivenini. Fark ettirmeliydiler farklarını,
güzelliklerini, yeteneklerini, inceliklerini en başta birbirlerine. Ve fark edilen
olmasını sağlamalıydılar. Yükselen olmasını… İlerleyen olmasını… Günden güne
gelişen, güzelleşen, derinleşen, ehilleşen, hissileşen…
Hem değil mi
ki; bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardı! O acı, o azcık kahvenin koca
kırk yıl hatırı vardı da; ilk buluşmanın, ilk konuşmanın, ilk yanaşmanın
hatırı, sinirler tepeye çıkıncaya kadar mıydı? Ya da sözüm ona ilk hayal
kırıklığı yaşanıncaya kadar mı? Allah adına verilen bir söz ve sağlamlaştırılan
bir bağ, bir fincan kahve kadar liyakati hak etmiyor muydu yani? Birbirlerinin
gözlerinde ve gönüllerinde sarhoşluğu tadıp kendinden geçmiş iki bireyi kırk
yıl bir arada huzurla, mutlulukla, hüzünle, acıyla, sevinçle, insani tüm
duygularla tutacak bir liyakatte değil miydi gerçekten de?
Bir hayal
kutusu olmalıydı kadının! Bilhassa kadının… Unutmayı en iyi bilen oydu zira.
Yeri gelince hatırlamayı; hatırına geleni kullanmayı da… Onun düşüncelerinin
akisleri berrak ve nazik oluyordu çoğunlukla. Ustalıkla kullanabiliyordu kadın,
hatırladıklarını. Bu nedenle bir hayal kutusu olmalıydı onun ve içine sadece
güzellikler doluşturmalıydı. Ağrına giden hallerde, çıkarıp hemencecik aldığı
bir baş ağrısı hapı gibi… Taşıyamadığı anlarda, bir kaşık içtiği hazımsızlık
şurubu gibi… Üzüntüden kasvete bürünen vakitlerde, ağzına atıp çiğnediği bir
tablet mide ilacı gibi… Gerginliğin hat safhada olduğu demlerde, içtiği bir
ölçek pasiflora gibi… Ama hiçbiri değil ve hepsinden daha etkili. Daha değerli.
Daha ulaşılabilir. Daha güvenilir. Daha sevecen. Daha ‘insanca’. Daha
‘mümince’. Ve çok daha erdemlice!
Evet, bir hayal
kutusu olmalı kadının! İçinde sevgi, umut ve güven dolu anılarını biriktirip
cömertçe harcadığı… Eşinden yana. Çocuklarından yana. Ailesinden yana.
İsteklerinden yana. Beklentilerinden yana. Aldıkları ve verdiklerinden yana.
Yaşadıkları ve yaşamayı umduklarından yana. Dünya ve ahretten yana…
Muhakkak
olmalı!
Ki; tüm güzel
hatıralar hatırda tutulsun. Kanlı canlı dursun. Gönle huzur göze sürur olsun…
Ki;
unutulmanın elemi muhabbete ve yuvaya musallat olamasın…
14 Haziran 2020 11:57