Bir şehrin ölümünü başlatır gibi her birimizin içi.
Benliğimizin en ücra köşesine girmeye cesaretimiz yok. ‘Hadi bi cesaret’ deyip
dalınca, kaybolup çıkamıyoruz. Orada neler gizlemiş ve saklamışsak, neredeyse
içinden çıkamayacak duruma gelmişiz. ‘Bitti’ demeye ihtimal ve imkân
bulamıyoruz, var olan ağırlığın üzerine eklemeler yapmak ise halsiz düşürüyor
bizi.
İçimiz, içindekileri nereye atacağını, nasıl kurtulacağını
bilmiyor, adeta kendini bizim insafımıza bırakmış gibi. Biz de boş durmuyoruz
elbet… Çocukluğumuzdan yadigâr, insanlığın göbek adı olan o “arayış”
kelimesini, fiili olarak sergilemenin çabası içerisine giriyoruz. Hakkımızı
yemeyelim. Arıyoruz… Hafiflemenin, kavli ve fiili olarak tedavi yöntemlerini
tek tek uygulamanın gayreti içerisindeyiz. Pes etme şansımızın olmayışı daha da
gayretkeş yapıyor bizi, o da kabul.
Hani tıpkı emeklerken yürümenin, yürürken nasıl daha hızlı
adım atabilirim sorusunun ve sonra koşabilmenin arayışı içinde olan,
neticesinde de kendisiyle verdiği bu savaşı kazanan, aradığını bulan, ona
kavuşan bir bebek gibiyiz. Hayatımızın hangi aşamasında olursak olalım, biz
arayanız… Aramaya mecbur ve muhtaç olanlarız. Sürekli olarak etrafımızda dönüp
dolaşan bu kısır döngünün, birçoğumuz farkında bile değiliz belki. Yahut
farkına varmamızla unutmamız aynı anda olup bitiyor. Sanki daha da acı olan
ikincisidir, bilemiyorum. Ama sürekli arayış halinde olduğumuzu bilmememiz,
bilip unutmamızın, içimiz ve benliğimizle aramızın bir türlü düzelmeyişiyle
yakından alakası olduğu aşikâr.
Birey eksenli düşünmenin yanı sıra, toplum bazında
düşünüldüğünde, durumun vahameti kat kat artıyor elbet. Bireylerin umumu, aynı
sıkıntının muhtelif versiyonlarıyla karşı karşıya olunca; gözle görülür, açıkça
işitilir, kalp ile hissedilir maddi manevi çöküş ve problemleri ayan beyan
müşahede ediyoruz. Müşahede etmekle kalmıyor, kendi içimizi unutarak, kendi
ağırlığımızı bir tarafa bırakıp, acayip derecede acımasız yorumlar yapmaya
başlıyoruz.
Elbette bu daha sıkıntıların iptida(başlama) noktası…
Eleştiriler, dozajı artan küçümsemeler, tavan yapan ego, sütten çıkmış ak kaşık
rolleri, ‘ben hata yapmam’ demeye getirilen kibir kokulu cümleler, her ferde
bir kusur isnat etme çabaları, kabaran nefis ve nihayetinde dibe düşen bizler…
Bunlar sadece çok küçük örnekler. İşte bunlar hep bizim, içimizi, içimizde
birikmişleri, bir türlü farkına varamadığımız o kutsal arayışı, nisyan ile
tebeddül edişimizin semereleridir…
Çözüm basit oysa… Biraz susmak, biraz bakmak, biraz görmek
ve az biraz da işitmekti asıl meziyet. Çok değil peyderpey birkaç işlem, belki
bizi bize döndürecek. Biz, bizi bulacağız. Biz bizde, içimizde kaybolmaktan
korkmayacağız. Ümit var olalım bence… Yani âcizane, diyorum ki; her doğan gün,
olabilirliği mümkün kılmalı nazarımızda.
Yaşamak ve bakmanın, nahif bir şekilde var olan sesleri
işitmenin arasındaki o kuvvetli bağı kopardığımız için sakinleşemiyor,
durulamıyoruz. Farkında mıyız, biz insanlar artık birbirimizi dinlemiyoruz
bile. ‘Ne kadar çok konuşur ve bağırırsam, o kadar haklı; kafamı ne kadar eğip,
gözlerimi ne kadar kapatıp görmezsem o kadar mutlu; işitmediğim sürece çok daha
huzurlu olurum’ düşüncesiyle bitirdik biz bizi.
‘Konuşmak gümüşse susmak altındır’ düsturunu, bakarken
görebilmenin altındaki manevi hakikatin güzelliğini, şerri def edip, hayrı işitmenin
nahifliğini hayatımızdan çıkardığımız günden şimdiye mutsuz, ağır, sancılı,
huzursuz ve umutsuzuz. İnceliğin zarafeti bizden eksildi eksileli ağırlaştık
biz. İçimiz kaldırmıyor artık hiçbir şeyi. Daha yeni konuşmaya başlamış
çocuklarımız, bakarken görememenin acısını “sıkıldım, bunaldım” cümleleriyle
izhar ediyor dışarıya. Bizler ayna olunca topluma, sürükleniyoruz hiç
bilmediğimiz ücra yerlere…
Bununla kalmıyor, sıkıntılı benliğimizi unutuyor, İslam’ın
insan doğasına kattığı güzelliği heba ederek özümüzden sapıyoruz. Böyle
yaparak, zaten kalabalık, gürültülü, acımasız olan dünyaya bu çirkinliklerden
nasiplenmiş bir birey daha kazandırmış oluyoruz. Biz bizi ararken farkında
olmadan kaybediyoruz. Kaybettikçe ağırlaşıyor, ağırlaştıkça yaratılışımızdaki o
ulvi sıfatların bütününden soyutlanıyoruz.
Acıdır, hayat işte bu döngüden ibaret. Tek tek dünyadaki
bütün maddi ve manevi kötülükler, var olan çirkeflikleri saymak gibi bir
klişeliğe girmemizin lüzumu yok. Ama bilelim ki elzemdir; içimize döndüğümüzde,
benliğimize ulaştığımızda, aradığımızı bulduğumuzda (yani kendimizi)
sıkıntılarımızı izhar ettiğimizde, öncelikle kendimizi eleştirdiğimizde… Yani;
görüp, işitip, dinleyip seyrimizi bu minvalde devam ettirdiğimizde, kınadığımız
o toplumdan işte o zaman soyutlanabiliriz. Belki o zaman ağırlıklarımızı
atarak, benliğimizle barışarak, içimize korkmadan dalarak, biz bizimle
yüzleşebiliriz.
İşte o zaman başka insanlara umut olmayı da başarabiliriz.
Ağırlıklarına ortak olabilir, onları içleriyle barıştırabilir, özlerine
döndürebilir, içlerindeki yolculukta arkadaşlık edebiliriz. Yegâne temennimiz
bu olsun. İşte o zaman dünyanın daha yaşanılabilir olacağının muhayyilesi, bize
ziya olsun.
Zor… Kimimize göre belki de hayal. İstek bizden muvaffakiyet
Allah’tan diyelim. Gelin biz yine de, kalabalığın uyumuna inat, hayalin gerçeğe
değdiği yeri sevmeyi ihmal etmeyelim…
06 Temmuz 2020 18:52