İhtiyaç,
istek ve arzuları olan bir varlık olarak insana Rabbi tarafından belirli
imkânlar bahşedilmiştir. Bu maddi ve manevi imkânlar, Allah (CC) tarafından
insana verilen emanetlerdir. Her emanet, kişinin üzerine belli başlı
sorumluluklar yükler. Maddi imkânlarımızdan tasarruf ederken; “Mal Allah’ındır, ben ise o mala tayin edilmiş bir memurum,
ihtiyacım nispetindekini kullanıp geri kalanını Allah (CC)’ın ihtiyaç sahibi
olan kullarına ulaştırmakla memurum” şuuru ile hareket etme
zorunluluğumuz var.
Allah
Rasulü (SAV) de “Kişinin üzerinde kendi nefsinin hakkı vardır,
Rabbinin hakkı vardır, ailesinin hakkı vardır, içinde yaşadığı toplumun hakkı
vardır. Her hak sahibine hakkı verilmelidir.” (Buharî) Buyurur.
İnsanın
nefsi doymayı bilmez. Allah Rasulü (SAV); “Kişinin bir vadi dolusu altını
olsa bir vadi daha olsun ister!” (Müslim) buyurur.
İnsanın nefsinin istekleri sınırsızdır, ne kadar elde ederse daha fazlasını
elde etmeyi arzular. Onun için yüce dinimiz, nefsin isteklerine karşı
direnmeyi, onu şımartmamayı emreder. Bunun için biz Müslümanlar kanaatle
mükellefiz. Yani az olanla yetinmekle…
Ancak
kanaatle nimetlerdeki lezzetleri daha iyi hissederiz. Harcamaların nefsin
arzularına göre yapıldığı bir evde nimetin kıymeti, değeri gözlerden düşer. Bu
durum ise Allah (CC)’a karşı minnet duyması gereken insanı şükürsüzleştirir.
Bediüzzaman
Said Nursi, İktisad Risalesi’nde dili şımartma konusunda bizleri uyarıyor.
Fazlaca lezzetli şeyleri dilin zevk alması hatırına mideye yolladıkça; lezzet
alma duygusunun gün geçtikçe kaybedildiğini belirtiyor. Yani insanın ağzının
tadı kaçıyor. Bediüzzaman, bu durumu şükürsüzlüğün alameti olarak
açıklıyor. Çünkü bir nimet değersizleştiğinde onun şükrü akla gelmiyor. Kişi
devamlı bol çeşitli, kaliteli yiyeceklerin bulunduğu bir sofra hazırladığında;
ailedeki bireylerin artık o sofradan fazlaca lezzet almadığını görebiliyor. Bir
kahvaltı sofrasına konulan zeytinin eski tadının kalmadığını söylüyoruz bazen.
Bu durum, sofradaki israfın sinyalini veriyor aslında.
Yiyeceklerde
israfın sonucu “lezzet duygusunun kaybı” olarak ortaya çıkıyor. Bir yiyeceği
bulamayan bir insanın onu bulunca aldığı lezzeti, bugün bizim çocuklarımız
almıyorsa başka arayışlara, başka tatmin yollarına giriyorsa; dillerini fazlaca
şımartmışız demektir.
Bediüzzaman
Said Nursi; “Dil kapıcıdır, ona fazla rüşvet vermeyin, hayatta kalabilmek için
sadece midenin ihtiyacını hesaba katın!” tavsiyelerinde bulunurken
aslında onda, tehlikenin farkına varmış bir zatın hassasiyetini görüyoruz.
Lezzet
arayışının sonu tatminsizliktir. Onun için nefsin fazlaca hoşuna giden yiyecekleri
arada sırada bulundurmakta fayda vardır. Örneğin; kahvaltıda her gün yumurta
pişirmek yerine haftanın belli günleri, mesela sadece hafta sonları pişirmek, o
nimetten lezzet alınmasını sağlayacaktır. Devamlı sofrada bulundurduğunuz,
ihmal etmediğiniz yiyecekleri sofradan çekip belirli aralıklarla indirin.
Ağzınızı tatlandıracak olan ürünleri, belli günlerde ailecek yiyin. Farkı
göreceksiniz. Bunun için belli bir plan yapılırsa; çok daha verimli bir sonuç
alınabilecektir.
Kişinin
en büyük zaferi, nefsin isteklerine karşı kazandığı zaferidir. Mevlana
Celaleddin “Nefis öyle bir düşmandır ki; istediğini verdikçe düşmanlığı artar”
diyor. Hakeza ayet e hadislerden anladığımız da budur! O halde istediğini,
israfa kaçmadan arada vermek daha uygun olacaktır.
İslam,
bizleri kanaate davet ederken Batılı anlayışa göre insanın ihtiyaçları
sınırsızdır. Dünyadaki kaynaklar ise sınırlıdır. İnsan sınırsız olan
ihtiyaçlarını karşılamaya çalışmalıdır. Bu anlayış, Batı’nın sömürgeciliğinin
temelini oluşturur. Batı, açgözlülüğünden, İslam toplumlarının kaynaklarını
sömürüyor; onları savaşa, göçe, açlığa ve sefalete mahkûm ediyor. Bu aç
gözlülüğü yüzünden haddinden fazla üretim yapıyor.
Yapılan
araştırmalara göre Batı’da dünya nüfusunun 10 katını besleyecek kadar bir üretim
yapılıyor. Fakat dünya nüfusunun üçte ikisi açlık ve sefaletle boğuşuyor.
Yapılan bu üretim bizlere pazarlanıyor. Bunun için reklam firmaları, insanların
zaaflarını kullanarak; onları tüketime nasıl ikna edeceğinin hesaplarını iyi
yapıyor. Reklamlar aracılığı ile insanlarda alma, tüketme, elde etme hırsı
oluşturuluyor. “Yarın kaygısı” yükleniyor. Korku ve endişe duygusu
veriliyor. “Falan şeyleri yemezsen sağlığını kaybedebilirsin, falan şey bir
gün lazım olur, son kampanya, tükeniyor, elimizde kalan tek ürün, hadi
misafirin gelirse elinde olmazsa” gibi telkinlerle sürekli gelecek
endişesi veriyor. Hâlbuki Yüce Allah, bu şeytani tuzağa karşı bizleri uyarıyor:
“Şeytan
sizi fakirlikle korkutuyor.” (Bakara /268)
Şeytan
ve dostları, tüketime teşvik ederken korkulardan tuzaklar hazırlıyor.
Allah
Rasulü (SAV) “Yarıncılar helak oldu” (Müsned) buyuruyor. Evet, yarının/ilerinin
hesabı, kişiye biriktirme ve tüketme hırsı veriyor. Ahireti unutturuyor,
malından hak sahibi olanları unutturuyor. İşte bunun adı dünyevileşme oluyor. Allah (CC) tarafından yerilmiş,
alçak olarak görülmüş olan dünyaya bağlanma, onu sevme haline dönüşüyor ki; bu
da birçok kavmin helak sebebidir. Hatta İslam toplumları olarak içine
düştüğümüz gaflet ve zillet hali de dünyevileşme hastalığından kaynaklanıyor.
Küresel
Emperyalizm, İslam toplumlarını nasıl değiştirebileceğini hesap ederken; önce
tüketim alışkanlıklarından işe başlamayı seçiyor. Bir toplumun tüketim
anlayışını değiştirdiğinizde; yaşam şeklini, yeme içme anlayışını, giyim
kuşamını kolayca değiştirebilirsiniz. Yeter ki; o toplumun kulağına hoş gelecek
reklamlar yapın. Algılarını iyi yönetin.
Pazarlama
şirketleri, psikologlar bunun için kafa yoruyor. Çok uluslu
şirketlerin/markaların ürünlerini pazarlayanlar, her ürün için ayrı ayrı hesaplar
yapıyor. İş o hale geldi ki; bir zamanlar iki çeşidi kendine haram sayan,
vicdan azabı çeken, komşusu aç iken kendisi tok yatamayan toplum, bugün
sabahtan akşama kadar yemek tarifleri, lezzetleri, tatlıları konuşan,
kursağından girenlerin kalorisini hesaplayan bir topluma dönüştü. Herhalde
hiçbir asırda yeme-içme bu kadar gündem olmamıştır.
Zihinlere
yerleştirilen “sağlıklı beslenme“ anlayışıyla, insanların yeme-içme yarışına
sokulduğu, bazı ürünleri yemenin adeta farz gibi görüldüğü, birçok çeşidin aynı
anda sofrada bulunduğu başka bir çağ olmamıştır herhalde.
Kur’an-ı
Kerim bizlere nimet içinde şımaran, şükürsüz, nankör, azgın toplumların
helakinden bahseder. Bizler belki de onları dahi geçmiş bir durumdayız.
Kapitalist
baronlar, ürünlerini bizlere pazarlayabilmek için gıda uzmanlarını, yaşam
koçlarını, sağlıklı beslenme uzmanlarını ve doktorları devreye koyuyor. Etiket,
insanlarda güvenilir bir etki bırakıyor. Fakat maalesef bilim kılıfı ile
konuşan bu uzmanların birçoğu, farkında olarak ya da olmayarak bizim yaşam
şekillerimizi, yeme içme alışkanlıklarımızı değiştirip, Batı’nın doyumsuz,
açgözlü anlayışını aşılıyor. Sanılmasın ki; bilim evrensel gerçeklerden ibaret!
Bilim, bugün kapitalist sistemin çıkarlarına hizmet ediyor.
Bizlere
haftada kaç gün ne yiyeceğimizi, nasıl su içeceğimizi, ne kadar uyku
uyuyacağımızı, kaç öğün yiyeceğimizi, nasıl yiyeceğimizi anlatan uzmanların
birçoğu “sağlıklı yaşam, yaşam standartlarının yükselmesi” kandırmacasıyla
bizleri aldatıyor. Bizleri, yemediğimiz taktirde hangi hastalıklara
yakalanacağımızı söyleyerek korkutuyorlar. Örneğin; uzmanlar ayda şu kadar et,
günde şu kadar ceviz, fındık, süt, yoğurt, sebze tüketmeyen kişinin hangi
hastalıklara yakalanacağını, kadın kuşaklarında, haber programlarında
anlatıyor. İnsanlar arasında gittikçe sağlık-hastalık takıntısı yayılıyor.
Evhamlı bir toplum haline geldik. Bir yatak pazarlanırken bel fıtığı olmakla
korkutulan insan, o pahalı yatağı almaya kendisini zorunlu hissediyor.
Hâlbuki
sözde bizim sağlığımız, mutluluğumuz için ürünlerini pazarlayan kapitalist
sistem, dünya üzerinde günde 24 bin çocuğun açlıktan ölümüne sebep olan,
dünyanın üçte ikisini açlığa ve sefalete düşüren, elinde kalan ürünlerin piyasa
fiyatını düşürmemek için denize döken sistemin ta kendisidir. Onların derdi,
sömürü düzenlerinin devamını sağlamaktır. Onlar asla bizim sağlığımızı,
faydamızı düşünmezler bilâkis düşmanımızdırlar. Bizim Peygamberimiz (AS) ve
sahabeler, uzmanların bir gün içinde yememizi tavsiye ettikleri ürünleri belki
hayatları boyunca yememişlerdir. Fakat ne kemik erimesine ne zekâ geriliğine ne
de gittikçe sayısı artan hastalık çeşitlerine maruz kalmışlardır. Onlar az
öğün, az çeşit yemişler; kanaat etmişler. Bir iki çeşidi bir arada görünce
nefislerinin şımarmasından korkmuş, çekinmişlerdir. Onların sahip olduğu
zekâya, sağlığa, huzura sahip olamayışımız; bugün bize dayatılan yeme-içme
kültürüne teslim oluşumuzdandır.
Bizler
dünyada yolcuyuz, yolumuzun üzeri şeytan ve dostlarının kurduğu tuzaklarla
dolu. Bizim şu kısa hayatta, onların sömürü düzenlerine uygun yaşamamızı
istiyorlar. Tuzaklarını, kulağa hoş gelen “Sağlıklı, mutlu, özgür, özel, eşit”
gibi kavramlarla süslüyorlar. Bizler ancak onların yönlendirmelerine karşı
asr-ı saadeti her konuda ölçü alarak mücadele edebiliriz.
Müslüman
kardeşlerimizin, ümmetin bizim üzerimizde hakkı var. Onlar açlığın/sefaletin
içinde iken bizlere emanet edilen maddi imkânları ne kadar seferber
ettiğimizden, gün gelecek hesaba çekileceğiz. Bunu aklımızdan hiçbir zaman
çıkartmamak zorundayız.
Mevlana,
Şems’in gidişiyle hastalanıyor. İnsanlar onu ziyarete geliyorlar. Şems hakkında
ileri geri konuşuyor, neden ona bu kadar bağlandıklarını soruyorlar. Mevlana
ise “Eskiden acıktığımda bir çorba içince doyardım. Ama şimdi
yediklerimden haz alamıyorum. Çünkü Şems bana öğretti ki; yeryüzünde açlar var.
Eskiden üşüyünce ısınırdım. Ama şimdi ısınamıyorum. Şems bana öğretti ki; eğer
yeryüzünde üşüyen insanlar varsa sen ısınma hakkına sahip değilsin.”
İşte
Mevlana, bizlere başkalarının üzerimizdeki haklarını hatırlatıyor. Ki; o
zamanlar yeryüzünde bu kadar zulüm, açlık, sefalet, savaş ve göçler yoktu.
Yeryüzü Müslümanlara sürgün ve esaret yeri olmuşken; bizler keyfin esiri
olamayız.
07 Temmuz 2020 15:08