Vakti zamanında bugünkü İran topraklarında hâkimiyet süren Sâsânîlere
mensup zengin ve hatırı sayılır bir aile yaşardı. Bu ailenin Bûzehmeşân isimli
reisi, aynı zamanda bir Mecusi âlimiydi. Onun gözünden sakındığı ve bir an bile
olsa yanından ayırmadığı bir çocuğu vardı. Öyle ki kaçıp gitmesinden korktuğu için
oğlunun evden çıkmasına izin vermez, âdeta onu ev hapsinde tutardı. Çocuğunu,
atalarının dinine sıkı sıkıya bağlı bir Mecusi olarak yetiştirmek için büyük
çaba harcardı. Neticede emekleri sonuç verdi ve oğlu ateşperestlikte mühim bir
makam sayılan ateşgedeliğe kadar yükseldi. Ancak Mecusiler arasında büyüyen bu
çocuk, kendisine dayatılan atalarının dininden rahatsızdı. Gözleri sürekli
ufukta, daima bir arayış içinde, âdeta işaret ve haber bekler hâldeydi.
Günlerden bir gün babası,
onu, sahibi oldukları çiftliğe gönderdi. Çocuk, daha önce hiç gitmediği bu yol
üzerinde kendisine yabancı gelen bazı sesler duydu. İrkildi ve sesin geldiği
tarafa yöneldi. Sese doğru yaklaşınca Hristiyanların ibadet ettikleri bir
manastır gördü. Aniden durdu ve merakla içeri girdi. Arayış içindeki çocuk,
kendini bir anda babasının dininden aldığı hazdan daha fazlasını hissettiği
ayinin tam da ortasında buldu. Her
şeyi unuttu ve güneş batana kadar burada kaldı. Hristiyanlığa dair bilgiler
aldı. Manastırdakiler, mensup oldukları dini asıl kaynağından öğrenmek isteyen
bu çocuğu daha fazla malumat edinmesi için Şam’a yönlendirdiler. Akşamleyin eve
dönen çocuk, gördüklerini evdekilere anlattı. Hristiyanlığın, Mecusilikten daha
hayırlı olduğunu söylediğinde babasıyla aralarında ciddi bir tartışma yaşandı
ve babası onu ayağından zincirleyerek günlerce eve hapsetti. Bir gün, fırsatını
bularak prangalarından kurtuldu ve mahpus bulunduğu evden gizlice kaçtı. Daha
evvel yönlendirildiği Şam istikametine giden bir kervana katıldı. Şam’a vardığında,
Hristiyanlığı araştırmaya başladı. Burada hakikati arama uğrunda birçok badire
atlattı. Sonrasında bazı rahiplerin hizmetlerinde bulundu. En son hizmetinde
bulunduğu Ammûriye’deki rahip, artık yeryüzünde tabi olunacak kimse kalmadığını
söyleyerek vefat etmeden önce ona şu tavsiyede bulundu: “Ahir zaman
peygamberinin gelişinin pek yakın olduğuna inanıyorum. İbrahim’in dini üzere
gönderilecek olan bu elçi, Arap topraklarından çıkacaktır. İki taşlık arası
hurmalık bir yere göç edecektir. İki omuzu arasında nübüvvet mührünün
bulunması, hediye kabul etmesine rağmen sadaka almaması, onun apaçık
alametleridir. Bu elçiye kavuşmaya gücün yeterse hiç bekleme! Hemen ona git ve
iman et! Yanından da ayrılma!” (İbn Hişâm, Sîretü’n-nebeviyye, 1: 245) Hakikati
arayan genç, rahibin bu tavsiyesini yerine getirmek üzere Ammûriye’de bir Arap
tüccarla tanıştı. Kendisini çölden geçirmesi mukabilinde sahip olduğu her şeyi
ona verip kervanına katıldı ve yol süresince onların hizmetlerini gördü.
Kervan, Vâdilkurâ denen bölgeye ulaştığında maalesef sözünde durmayan tüccar
antlaşmayı bozup onu bir Yahudiye; o Yahudi de onu Medineli bir başka Yahudiye
sattı. Ne mutlu ki genç, yolculuğun sonunda Medine’yi görünce Ammûriyeli
rahibin tarif ettiği şehre geldiğini anladı.
Araplar arasından çıkacak bir peygamberin haberini tarifsiz merak ve
heyecanla gözledi. Nihayet beklediği müjdeli haber bir süre sonra kendisine
ulaştı. Zaman zaman Medinelilerin aralarında yaptıkları konuşmalara şahit
oldukça hasret duyduğu peygambere ulaşma arzusu katlanarak arttı. Ancak o,
Resulüllah’ın bulunduğu Mekke’den uzaktaydı ve maalesef sahibinin sıkı
takibinde olan bir köleydi. Bu yüzden Medine’yi terk edemezdi. İlerleyen
günlerde Hz. Peygamber’in Medine’ye hicret için yola çıktığı ve Kuba’da
konakladığı haberini sahibinin bahçesinde çalıştığı esnada aldı. Heyecan ve
sevincini gizleyemedi. Bunu fark edip öfkesinden çılgına dönen sahibi, türlü
hakaretlerle “Bundan sana ne! Sen işine bak! Söze karışma!” diyerek onu dövdü.
Ancak sadece hakikate odaklanan bu yolcu, gördüğü şiddete aldırmadı. Zira
yıllardır aradığı ve odaklandığı hakikatin habercisi çok yakındaydı. Bu durum
gönlüne su serpiyordu. Vakit kaybetmeksizin bu son peygamberi, Medine’ye
ulaşmadan önce Kuba’da karşılamaya karar verdi ve kazancından biriktirip
yanında götürdüğü bir tas hurmayla Resulüllah’ın yanına gitti. Medine’ye
hicretin ardından da Resulüllah’ın yanına sürekli gidip geldi. Zamanla rahipten
öğrendiği nübüvvet alâmetlerinin kendisinde bulunduğuna şahit olunca da
Müslüman oldu. Daha önce kendisini tanımayan Resulüllah, ona kim olduğunu ve
nereden geldiğini sorunca yıllardır süren hakikat yolculuğu serüvenini başından
itibaren tek tek anlattı. Resulüllah başta olmak üzere orada bulunan bütün
sahabiler çile dolu bu hayatı gözyaşları içinde dinlediler.
O, köle olması itibarıyla sahibinin izin vermemesinden dolayı Bedir ve
Uhud gazvelerine katılamamıştı. Hendek Savaşı’ndan önce Resulüllah’ın “Git
efendine! Bir anlaşma yap! Senin azatlık bedelin ne ise belirlesin. Aramızda bu
meblağı karşılayalım ve sen de özgürlüğüne kavuş!” buyruğu üzerine efendisiyle
anlaşıp sözleşme yaptı. Özgürlük bedeli ödendikten sonra bu hakikat seyyahının
yıllarca çektiği kölelik hayatı son bulmuş oldu.
Uzun yıllar hakikati arama uğrunda pek çok badire atlatan bu nadide yolcu
Selmân-ı Fârisî’dir. Asıl adı Mâhbe b. Bûzehmeşân b. Yehbûzân’dır. Müslüman
olduktan sonra kendini “Selmân İbnü’l-İslâm” veya “Selmânü’l-İslâm” diye
tanıtan Selmân, Müslümanlar arasında “Selmânü’l-Hayr”, “Selmânü’l-Hakîm”,
“Selmân-ı Pâk” gibi isimlerle anıldı. İran’ın Râmhürmüz şehrinde Mecusi bir
ailenin evladı olarak dünyaya gözlerini açan Selmân, ilk çocukluk dönemini
burada geçirdi (İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe, 499-500).
Yıllar yılı aradığı ve
uğrunda amansız bir mücadele verdiği hakikati Resulüllah’ta bulan Selmân,
hürriyetine kavuşmasının ardından yanından hiç ayrılmadığı Hz. Peygamber’in en
yakın dostları arasında yer buldu ve Resulüllah’ın vefatına kadar da bu yakın
ilişki devam etti. Selmân, Resulüllah’la gece geç vakitlere kadar sohbet
ederdi. Hatta bu kurbiyet çerçevesinde Hz. Âişe, “Selmân, bazı geceler
Resulüllah ile yalnız kalırdı. Bu zamanlarda, hiç kimse; hatta Resulüllah’ın
eşleri, onların yanına hizmet için bile olsa giremezlerdi.” (İbn Abdilberr,
el-İstî‘âb, 636) ifadesinde bulunur. Bu özel sohbetlere istinaden Selmân, Hz.
Peygamber’in “hâllerinin mahremi” olarak da bilinirdi. Resulüllah’ın “Şüphesiz
Selmân’a doyasıya ilim verilmiştir.” (İbn Sa‘d, Tabakât, 4:78) sözü de gayet
manidardır. Selmân’ın Rumca ve İbranice bildiği, Tevrat ve İncil’i güzel
okuduğu nakledilir. Buna istinaden Selmân’a “sâhibu’l-kitâbeyn” denilir.
Resulüllah’ın saçlarını tıraş etmesi sebebiyle Selmân “berberlerin piri” olarak
kabul edilir.
Hendek Gazvesi öncesiydi.
Hz. Peygamber (s.a.s.), Medine’nin üç tarafından kuşatmaya açık bir şehir
olması itibarıyla savaş için nasıl bir strateji izleyecekleri hususunda
ashabıyla istişare ediyordu. Bu sırada Selmân: “Ya Resulallah! Biz İran
topraklarında, sayıca bizden fazla olan düşmanı, şehrin çevresine hendekler
kazmak suretiyle karşılardık. Öyle yapalım mı?” deyince Resulüllah, ortaya
atılan bu fikri oldukça beğendi. Sahabe de bu öneriyi benimsedi. Hendek kazılıp
savaş hazırlıkları tamamlandığında muhacirler ile ensar farklı bölgelerde
konuşlanmıştı. Bu arada her iki grup Selmân’ı çok sevip benimsediklerinden
dolayı “Selmân bizdendir.” diyerek onu kendilerinden saymış ve
paylaşamamışlardı. Bu anlaşmazlık
üzerine Hz. Peygamber: “Selmân bizden, Ehl-i beytimizdendir.” (İbn Sa‘d,
Tabakât, 4:77) buyurarak bu görüş ayrılığına son verdi. Hz. Ömer (r.a.), Hz.
Peygamber’in bu sözüne istinaden halifeliği döneminde, diğer ehl-i beyt
mensuplarına olduğu gibi Selmân’a da maaş bağlamıştı. Ancak Selmân bu parayı
sadaka olarak dağıtıp hurma liflerinden ördüğü hasırları satmak suretiyle
hayatını kazanma yolunu seçti.
Hz. Peygamber (s.a.s.), ehl-i beytinden kabul ettiği Selmân’ı çok
severdi. Resulüllah bu muhabbeti “Allah, bana ashabımdan hususi olarak dört
kişiyi sevdiğini bildirip benim de onları sevmemi emretti. Bunlar: Ali, Mikdâd
b. Esved, Ebû Zer ve Selmân’dır.” (Ebû Nu‘aym, Hilyetü’l-evliyâ, 1:190)
buyurarak dile getirir. Ayrıca Resulüllah’ın, Selmân hakkında buyurduğu şu
müjde de onun ne kadar talihli olduğunu gösterir niteliktedir: “Cennet üç
kişiyi şiddetle arzu eder. Bunlar; Ali, Ammâr ve Selmân’dır.” (Tirmizî,
Menâkıb, 34)
Selmân’ın uzun ve çileli yolculuklarla dolu ömrü 35-36/656 yılında
nihayet buldu. Sa‘d b. Ebî Vakkâs, ölüm döşeğinde son nefesini vermek üzere
olan Selmân’ı ziyaret etmişti. Ona “Ey Selmân! Ölümden mi korkuyorsun? Hâlbuki sevdiğin
dostlarına kavuşacaksın. Senden razı olan Resulüllah ile buluşacaksın.”
dediğinde “Dünyadan ayrıldığım için ağlamıyorum. Resulüllah: ‘Dünyadan
ayrılırken sermayeniz bir yolcunun yol azığından fazla olmasın!’ buyurmuştu.
Hâlbuki çevreme bakıyorum. Bunca servet! İşte buna ağlıyorum!” cevabını aldı.
Hâlbuki Selmân’ın vefat ettiğinde miras olarak bıraktığı malın değeri on dirhem
civarındaydı.
Selmân’dan 60 hadis nakledilmiştir. Bunlardan biri de bize namazın
ehemmiyetini gösteren şu rivâyettir: Bir defasında Resulüllah ile birlikte bir
ağacın altında oturuyordum. Resulüllah ağacın kuru bir dalını tutarak
yaprakları dökülünceye kadar salladı ve bana: “Ey Selmân, böyle yapmamın
sebebini niçin sormuyorsun?” dedi. Ben de “Ya Resulallah! Böyle yapmanızın gerekçesi
nedir?” diye sordum. Bunun üzerine Resulüllah şöyle buyurdu: “Bir Müslüman,
güzelce abdest alıp beş vakit namazını kılarsa, şu dalın yapraklarının
döküldüğü gibi onun da günahları dökülür.” (İbn Hanbel, Müsned, 5:437)
13 Eylul 2020 11:33