Üretimle birlikte Tüketime ihtiyaç var. Tüketim için ise Moda'ya ihtiyaç var
İslami camiada pek çok kişi, kendisine mahrumiyetten imkâna açılan bir hayat hikâyesi inşa etmeye çalışıyor. Ama bu çabalar esnasında hiçbir ahlaki sınır kalmayınca ‘bu ne perhiz bu ne lahana turşusu’ manzaralar çıkıyor karşımıza.Sizce modanın tartışılamaz ve eleştirilemez gücünün sırrı nedir? Modacılar toplumun hislerinin tercümanı mı gerçekten?Nazife Şişman: Modacıların toplumun hislerine tercüman olmak gibi bir iddiası olduğunu sanmıyorum. Daha ziyade hisleri yönetmek, bu hisleri sermayenin istediği doğrultuda arzuya, hiç tatmin edilemez bir arzuya dönüştürmek gibi bir hedefleri var. Bunun için de tüketim ekonomisinin kendini eşyalar üzerinden tanımlama zeminine yaslanıyorlar.Modanın otorite oluşuyla tüketim ekonomisi arasında bir bağ kurmazsak bu süreci anlayamayız. Kişiler, tükettikleri nesneler üzerinden bir kimlik kurabildikleri için, bu kimliğin hikâyesini yazan ‘uzman’lara, yani modacılara mahkûm hissediyorlar kendilerini.Fatma Barbarosoğlu ‘kamusal alanın mübarekleri’ diye adlandırarak vurgulamıştı modacıların bu tartışılmaz konumunu. Ona göre modacılar adeta din adamlarından boşalan yeri dolduruyor. Ve bu nedenle de buyurgan dilleri hiç eleştirilemiyor. Herkesi estetik bir denetlemeye tabi tutan, şık/rüküş ölçeğine yerleştiren bu mübareklerin otoritesi tartışma dışı kalıyor.Tüketim açısından eleştiriyoruz çünkü moda dendiğinde üst sınıf olma arzusu şeklinde ortaya çıkan, taklitten beslenen, tek tipleştiren, sonra bu tek tipleştirme sıkıcı hale geldiğinde yeniden bir tek tipleştirme oluşturan bir döngü var. Ama sosyal açıdan bakarsak; bugünkü tek tipleştirme, modernite öncesini düşünürsek, bir miktar da insanları birbirine yakınlaştırmıyor mu? Ortak bir payda oluşturduğundan bahsedemez miyiz?Nazife Şişman: Modanın döngüsü yukarıdan aşağıya doğrudur hep. Alt sınıflar moda olan bir eşyaya, giysiye ulaştığında, o üst sınıflar için çoktan demode olmuştur. Yeni bir moda furyası gerekir. Alt sınıflar o furyaya katılana kadardır moda olanın ömrü. Bu döngü böyle devam eder gider. Son dönemlerde geç kapitalizmin hızı ile görsel kültürün hızı birleşerek güçlü bir ivme oluşturdu. Bu ivme moda-demode şeklindeki döngüyü gittikçe daha da hızlandırıyor. Yani bir eşyanın demode olma süresi gün geçtikçe kısalıyor.Böyle olunca hangi insanlar birbirine yaklaşıyor? Üst sınıf sürekli kaçıyor, alt sınıf kovalıyor. Alttakiler de kendi içinde bulunduğu gruptan ayrıştırılmak isteğiyle her daim moda olanın peşinde koşarak üst sınıfa dahil olmaya çabalıyor.Modernizmle birlikte ‘güzel’ kavramının artık bireyden çıkıp, kitlelerin tahakkümüne girmiş olduğundan bahsediliyor, peki modernizm öncesi nasıl bir güzellik algısı vardı ve onu belirleyen gerçekten bireylerin kendisi miydi? Bugün eleştirdiğimiz ‘güzel’ anlayışını modanın var olmadığı zamanlarda üreten şey neydi peki?Nazife Şişman: Eğer magazin düzeyinde kalmayacaksak, güzelin tanımını felsefi bir temele yaslanarak yapmamız gerekir. Öncelikle şunu bilelim; etikten, estetikten, dinden, felsefeden bağımsız bir güzellik tanımı yapılamaz. Tabii ki güzelliğin toplumsal algılanışında izafilik hep olmuştur.Aşığın “güzelliğin on par’etmez, bu bendeki aşk olmasa” ifadesinde kendisini gösterdiği gibi, esasında bakmayı ve görmeyi bilmektir güzelliğin ölçüsü. Efendimizin herkesin yanından geçerken iğrenerek baktığı ölü bir köpeğin inci gibi dişlerinin güzelliğine dikkat çekmesi, güzellikle ilgili zihniyet dünyamızı şekillendiren işaret taşlarından biridir. Ama modern öncesi ve sonrası diye güzelliğin tanımı ve algılanışı ile ilgili çok genel, bu nedenle de yüzeysel cümleler kurmak istemem.Bugüne dair yapabileceğimiz en genel tespit: günümüz güzel ile iyinin, iyi ile doğrunun birbirinden ayrıldığı, ayrıştırıldığı bir dönem. O yüzden medyalaştırılan bir ortamda görsel kültürün sunduğu, sadece göze hitap eden, görüntü çokluğu üzerinden baskıyla oluşturulan bir güzellik anlayışı hâkim. Günümüzde popüler kültür ve moda, birlikte belirleme iddiasında güzelliğin sınırlarını ve ölçüsünü. Ama moda doğrudan sadece güzeli belirleme üzerinden almıyor gücünü. Biraz önce de bahsettiğim gibi bu gücü, kişilerin ancak tüketerek kimlik belirledikleri, eşyaların hakimiyetindeki kültürden alıyor.İbn Haldun’un ‘yenilgiye uğrayanın yeneni taklit etmesi’ tespitinden yola çıkarak, bugün modaya yön vermeyen bir ülkenin dünyaya kendi tarzını pazarlaması mümkün mü?Nazife Şişman: Modaya yön verenler ülkeler değil. Siyasete bile artık uluslar ve ülkeler bazında açıklamalar getiremiyoruz. Geç kapitalizmde üretim coğrafyadan bağımsızlaşırken tüketim de ulus-aşırı artık. Nepal’de üretilen, üzerinde bir İngiliz firmasının etiketi olan malı Nişantaşı’ndaki bir mağazadan bütün sembolik anlamıyla birlikte satın alıyoruz. Geçen yıl kitap fuarı vesilesiyle gittiğim Londra’da Harrods mağazasına, özellikle gözlemlemek üzere gitmiştim. Gördüğüm; dinden, ırktan, etnisiteden bağımsız bir tüketim kardeşliği idi.Şöyle yazmıştım günlüğüme: Dünyanın en üst krema tabakasının, rengi, dini, milliyeti, etnik grubu, hiçbir özelliği belirleyici değil. Hepsi tek bir millete mensup. Başörtülü, hatta yarı peçeli Arap kadınlar karşısında, beş-on bin liralık çantalar satan mağazanın tezgahtarları hizmette kusur etmiyor. Zaten pek çok ürünün üzerinde fiyat bile yok. Çünkü sormadan alıyor insanlar. O ezildiği söylenen Hintli gençler de başları dik, dünyanın hâkimi edalarında gezebiliyorlar küçücük cüsseleriyle. Aynen Çinli çiftler gibi. Para gurbeti vatan eylemiş…Moda olarak çıkan ama kullanışlı olduğu için ‘adet’ haline gelip yerleşen giyim-kuşam, alet-edevat var. Mesela ‘bel çantası’… 80′lerin sonunda moda olmuş bir eşya. Ama bugün özellikle parklarda koşu yapan insanların belinde rastlarsınız. Çünkü pratik açıklaması; koşarken eller serbest olsun, ama kimliğim, param da üzerimde olsun. Bir yandan da işe bel çantası takıp gitseniz ‘demode’ olursunuz. Sürekli yenilenme, yenilenirken oluşturulan yıkıcı kültür, eski olanı lanetleme… Sorun nerden kaynaklanıyor, ne dersiniz?Nazife Şişman: Moda olanla fonksiyonel olan çakışmayacak diye bir kaide yok. Bozuk bir saat bile günde iki kez doğruyu gösterir . Ama moda fonksiyonellikten ziyade eşyalara yüklediği anlamlar üzerinden avlar muhataplarını. 20′nci yüzyılın başlarında Freud’un yeğeni Edward Bernays ilk defa reklamı ihtiyaç üzerine değil arzu üzerine kurarak modern reklam ve halkla ilişkilerin temellerini atmıştı.Bir şeye ihtiyacıolduğu için değil, arzuladığı için sahip olma isteğinin meşrulaşması, yeni yaklaşımdaki en temel farklılıktı. Moda da aynı kodları kullanıyor. Bu yüzden mesela sağlık açısından çok zararlı olduğu halde beli ve göbeği açıkta bırakan düşük bel pantolon yaygın bir moda olabiliyor. Eğer işlevsellik, sağlık vb. kıstaslar söz konusu olsa böyle bir moda sunulmamalı, sunulsa bile uygulayıcı bulmamalıydı.
07 Ağustos 2014 20:02