Bir Hayal Kutumuz Olsun!
Popüler Haber, 09 Şubat 2018 13:46
Gözleri bir deryaydı. Evet, evet uçsuz bucaksız bir derya… Oraya her daldığında ne çıkmak istiyordu, ne de enginliğinden yana endişeler taşıyordu. Nasıl taşısındı ki! Meftundu o gözlere. Üstelik bir ayetin gölgesinde vurulmuştu ilk olarak. Bir ayetin serinliğine talip olma muradıyla bakmış ve vurgun yemiş gibi olmuştu.
Gözleri bir deryaydı. Evet, evet uçsuz
bucaksız bir derya… Oraya her daldığında ne çıkmak istiyordu, ne de
enginliğinden yana endişeler taşıyordu. Nasıl taşısındı ki! Meftundu o gözlere.
Üstelik bir ayetin gölgesinde vurulmuştu ilk olarak. Bir ayetin serinliğine
talip olma muradıyla bakmış ve vurgun yemiş gibi olmuştu.
Vurgun yemişti hisleri… Vurgun yemişti hayalleri… Vurgun yemiş üstüne bir de
çoraklaşmış bir vadiye dönmüştü yüreği… Buna rağmen ürkmemiş, adımları
endişeler diyarına hiç mi hiç meyletmemişti. Yepyeni bir sayfa açılmıştı
hayatında. Gözlerinde umudu görmüş sevgiyi okumuştu ilk bakışta. O ilk ve tek
bakışta!
Evet, tek bakış! Zira bir dahaki derin bakışı nikâh bağıyla bağlandıklarından
sonra doğrultmuş ve yine aynı derya ile karşılaşmıştı. Aynı derin, manalı ve
biraz da mahzun bakışlarla… Aynı umut, sevgi ve güven veren bakışlarla…
“Siz onlar için libassınız, onlar da sizin için libastırlar” sırrını,
adeta damarlarına yayan gözler! Ve “Aranızda bir sevgi ve muhabbet var ettik”
hakikatini anlatan, kavratan, derin derin solutan bakışlar…
Bunlar, Allah’ın emri ve Peygamber Efendimiz’in kavli ile birleşmek isteyen her
gönlün muhakkak tattığı/tadacağı duygulardı! Öylesine emindi ki bundan… Ve
evlenip yuva kuran her mümin erkek ve kadının, derin duygular eşliğinde
unutulmaz anlar yaşadığından… İlk adımı sevgi, heyecan ve umut eşliğinde
kararlıca attıklarından… Baş başa tarifsiz güzellik ve özellikte hislerle dolup
taştıklarından… Birlikteliklerinin yalnızca bu dünyayı değil, sonsuz bir hayatı
da kapsayacağı inancıyla birbirlerine bağlandıklarından…
Hal böyleyken saman alevi gibi sönmemeliydi o ateş. Sönemezdi! Bir boran, bir
fırtına gibi gürleyip geçmemeliydi o esinti. Geçemezdi! İlk sendeleyişte
düşmemeliydi o bedenler. Düşemezlerdi! İlk anlaşmazlıkta kopmamalıydı bağlar.
Koparamazlardı! İlk hayal kırıklığında silinmemeliydi güzellikler.
Silemezlerdi!
Tüm bunlar, kadir-kıymet bilmezlerin, korkakların, vefasızların, kendine hayrı
dokunmazların işiydi. Ancak böylelerinin yapabileceği şeylerdi. Erdemli insanın
harcı da değildi, aklının kârı da!
Öyle ya, insan hep aynı hal üzere kalamazdı ki! Haliyle gözler de her dem
deryalık edemeyebilirdi… Eşler her vakit birbirlerine ilk günkü gibi iştiyak
ile yanaşamayabilirlerdi. Birinden biri, zaman içerisinde biraz huysuz, biraz
tatsız, biraz gergin, biraz donuk, biraz ‘bambaşka’ olabilirdi pekâlâ! Bu gayet
normal, gayet ‘insanca’ değil miydi?
Hem maharet dediğin; deryalığı bir kez atfettiğin göze her dem dalabilmek değil
miydi? O gözler kızgınken de… Üzgünken de… Boğukken de… Hatta hissizlikten
kaskatı/ruhsuz kesilmişken de.
Düşünüyordu da bazı eşler, farkına bile varmadan birbirinin, o vaktiyle
bayıldıkları özellik ve güzelliklerini kendi elleriyle yok ediyorlardı. Ne
acıydı bu! Ne korkunç! Daha ilk değişim/dönüşümde “Vay be demek sen buymuşsun! Ne mal olduğun açığa çıktı
bakıyorum…” türevinden söylemlerin önünü tıkadığı ne muazzam
yükselişler çöküşe geçip dibe vurmuştu, kim bilir. Kaldı ki ‘değişim’ diye
addettikleri; ‘eş’ olmalarının, ‘bir’ olmalarının en tabi bir sonucu değil
miydi? Kişi kendi başına kaldığında takındığı tavrın birebir aynısını, girdiği
ortamlarda ve ilişki kurduğu tüm insanlara karşı da sergiliyor muydu yani?
Dolayısıyla eşlerin birbirlerine karşı, kendilerine karşı oldukları kadar
dürüst olmalarının nesi kötü, nesi ikiyüzlülük, nesi aslını ifşaydı?
Öte yandan insan zayıftı. Zayıflığını en çok en yakınına gösterendi. Eşler
birbirlerinin en zayıf, en savunmasız anlarına şahit oluyorlardı. Ve tabi en
hırçın… En çekilmez… En kötü… Bazen de en acımasız ve en umarsız hallerine…
Böyle durumlarda kapıyı vurup çıkmak yerine başka bir yol izlenemez miydi,
sahi? O hata, o kusur, o yanlış yüze vurulup da kırmak/incitmek/bozmak yerine
yapıcı bir tutum sergilenemez miydi? Bir mürşit, bir doktor, bir bahçıvan
edasıyla yarenlik edemez miydi yekdiğerine? Güzel hatıraların devreye girmesi
sağlanamaz mıydı? En güzel anların yaşattığı o emsalsiz duygular yetiştirilemez
miydi imdada?
Aslında evet, bir hayal kutusu olmalıydı insanın! İçinde ilklerini ve enlerini,
itinayla muhafaza ettiği… En güzel ve özel demlerini özenle sakladığı… Adeta
ilk yardım kutusu gibi, yaraları sarmak, acıları dindirmek, tedavi etmek için
kullandığı bir hayal kutusu. Unutulmaz anların otağı… Hakkı ve sabrı tavsiyenin
en güzel boyutu… ‘Libas’ olmanın en tabi sonucu… Sevmenin, sevilmenin,
istemenin ve istenmenin; o güzel demlerin hatırı…
Evet, evet birbirinin mürşidi olmalıydı eşler. Hatalarına, kusurlarına,
acizliklerine rağmen sevip saymalıydılar birbirlerini. Oldukları gibi kabul
etmeli ancak olduklarının çok ötesine taşımanın derdini de mutlaka
gütmeliydiler. Beraber yürümeliydiler seyr-i sulûk yolunu. Birbirlerini
destekleyerek yer yer iterek çıkmalıydılar kemalat merdivenini. Fark
ettirmeliydiler farklarını, güzelliklerini, yeteneklerini, inceliklerini en
başta birbirlerine. Ve fark edilen olmasını sağlamalıydılar. Yükselen olmasını…
İlerleyen olmasını… Günden güne gelişen, güzelleşen, derinleşen, ehilleşen,
hissileşen…
Hem değil mi ki; bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardı! O acı, o azcık
kahvenin koca kırk yıl hatırı vardı da; ilk buluşmanın, ilk konuşmanın, ilk
yanaşmanın hatırı, sinirler tepeye çıkıncaya kadar mıydı? Ya da sözüm ona ilk
hayal kırıklığı yaşanıncaya kadar mı? Allah adına verilen bir söz ve
sağlamlaştırılan bir bağ, bir fincan kahve kadar liyakati hak etmiyor muydu
yani? Birbirlerinin gözlerinde ve gönüllerinde sarhoşluğu tadıp kendinden
geçmiş iki bireyi kırk yıl bir arada huzurla, mutlulukla, hüzünle, acıyla,
sevinçle, insani tüm duygularla tutacak bir liyakatte değil miydi gerçekten
de?
Bir hayal kutusu olmalıydı kadının! Bilhassa kadının… Unutmayı en iyi bilen
oydu zira. Yeri gelince hatırlamayı; hatırına geleni kullanmayı da… Onun
düşüncelerinin akisleri berrak ve nazik oluyordu çoğunlukla. Ustalıkla
kullanabiliyordu kadın, hatırladıklarını. Bu nedenle bir hayal kutusu olmalıydı
onun ve içine sadece güzellikler doluşturmalıydı. Ağrına giden hallerde,
çıkarıp hemencecik aldığı bir baş ağrısı hapı gibi… Taşıyamadığı anlarda, bir
kaşık içtiği hazımsızlık şurubu gibi… Üzüntüden kasvete bürünen vakitlerde, ağzına
atıp çiğnediği bir tablet mide ilacı gibi… Gerginliğin hat safhada olduğu
demlerde, içtiği bir ölçek pasiflora gibi… Ama hiçbiri değil ve hepsinden daha
etkili. Daha değerli. Daha ulaşılabilir. Daha güvenilir. Daha sevecen. Daha
‘insanca’. Daha ‘mümince’. Ve çok daha erdemlice!
Evet, bir hayal kutusu olmalı kadının! İçinde sevgi, umut ve güven dolu
anılarını biriktirip cömertçe harcadığı… Eşinden yana. Çocuklarından yana.
Ailesinden yana. İsteklerinden yana. Beklentilerinden yana. Aldıkları ve
verdiklerinden yana. Yaşadıkları ve yaşamayı umduklarından yana. Dünya ve
ahretten yana…
Muhakkak olmalı!
Ki; tüm güzel hatıralar hatırda tutulsun. Kanlı canlı dursun. Gönle huzur göze
sürur olsun…
Ki; unut-ul-manın elemi muhabbete ve yuvaya musallat ol-a-masın…
Popüler Haber, 09 Şubat 2018 13:46
Yorumlar (0)