İslâm ve koruyucu ailelik
Bizim Aile, 31 Mart 2018 13:40
İslam dini fakirlerin, zayıfların, mazlumların, ezilenlerin, aşağıdakilerin, yetimlerin ve öksüzlerin korunup kollanmasını evrensel bir hedef olarak Müslümanların önüne koyar.
Korunmaya muhtaç çocuklar bunların en önemlisidir. Nitekim 22 ayet-i kerimede yetimlerin korunup gözetilmesi emredilmiştir. Yetimlere kötü davranılması (en-Nisâ 4/36, ed-Duhâ 93/9) açıkça kınanmış, onların korunması yaşam şartlarının iyileştirilmesi teşvik edilmiştir (el-Bakara 2/215, 220; en-Nisâ 4/8; el-İnsân 76/8; el-Beled 90/15). Dinimiz yetim malı yemeyi büyük günahlardan saymakta ve bunu yapanların azaba müstehak kişiler olduğunu bildirmektedir (en-Nisâ 4/2, 6, 10). Hz Peygamber yaşamıyla bu konuda da örnek olmuş ve "Yetimi koruyup gözetenle cennette böyle yan yana olacağız" buyurmuş ve yetimin başını okşayan kimseye her saç teli kadar sevap verileceğini bildirmiştir (Müsned, V, 250; Ebû Dâvûd, "Edeb", 121).
Dinimizde sadaka ve zekat bu kesimlere yardım için vaaz edilmiş dini vecibelerdir. Bunun dışında yetim ve öksüzler için kurulan vakıflar bulunmaktadır. Özellikle Osmanlı Devletinde vakıf uygulamaları arasında yetimlerin barındırılması amacıyla kurulan "dârüleytâm" uygulaması da bulunmaktadır. Bu kurumlarda kimsesiz çocukların her türlü ihtiyacı karşılanmaktaydı.[2]
Dinimiz yetimleri ve korunmaya muhtaç çocukları güzelce yetiştirmeyi toplum üzerine bir vazife olarak görür. Bunun yerine gelmediği durumda bu görevin devlet tarafından veya devletin denetiminde koruyucu ailelerle ya da kurumlarla yerine getirilmesi gerektiğini ifade eder.
Müslüman toplumlar klasik dönemde, tarım toplumu şartlarında kimsesiz ve himayeye muhtaç çocuk sorununu çözmek için koruyucu aileye benzer uygulamalar yapıp geliştirmişlerdir. Müslüman aileler toplumlarındaki korunmaya muhtaç çocukları, yetimleri, öksüzleri veya bulunmuş çocukları korumaları altına almışlar, besleyip büyütmüşler ve güçleri yettikleri miktarda eğitip ailelerine ve toplumlarına kazandırmışlardır. Nitekim bu uygulamalar İslam hukuk tecrübesine de yansımış ve koruyucu aile uygulamasına benzer uygulamalar kavramsallaştırılıp kurumsallaştırılmıştır. Bu konu fıkıh literatüründe hidâne, lakit ve velâ/ muvâlât akdi başlıkları altında değerlendirilip kurumsallaştırılır. Hidâne korumaya muhtaç küçük çocukların güzelce yetiştirilmesi, korunması ve eğitilmesi için devletin belli şahıslara tanıdığı hak, yetki ve sorumluluktur. Lakit ise, bulunmuş çocuk ve bununla ilgili ahkamı ele alan fıkıh bölümünün adıdır. Fakihlerin bu konuyu işlemelerinin esas gayesi himaye edeni bulunmayan kaybolmuş çocuğun himaye altına alınması, yetiştirilmesi ve eğitilip topluma kazandırılmasıdır.[3] Velâ ise fıkıh terimi olarak âzatlıktan veya muvâlât sözleşmesinden doğan hükmî akrabalık bağını ifade etmekte olup, bulunmuş veya korunmaya muhtaç çocuklar bu kurum üzerinden himaye edilmiştir. Kökleri İslâmöncesi Arap toplumunda bulunan velâ kurumu yeni düzenleme ve dönüşümlerle İslam sonrasında da işletilmeye devam edilmiş, böylece korunmaya muhtaç çocukların ve azatlıkların İslâm toplumunda korunma, güvenlik ve eğitilme imkanlarına kavuşması sağlanmıştır[4].
İslam hukukunda alternatif bu kurumların mevcut olmasından ve nesebi koruma, varislerin miras haklarını muhafaza altına alma, mahremiyetle ilgili dini bazı hassasiyetlerden dolayı evlatlık kurumu ağırlıklı bir çözüm olarak öne çıkmamıştır. Buna rağmen İslâm ve özellikle Türk hukuk tarihinde evlâtlık kurumu zaman zaman koruyucu aile tarzında, bazen de hukukî sonuçlarından mahrum fiilî bir evlâtlık şeklinde sınırlı olarak varlığını sürdürmüştür. Diğer uygulamalardan farklı burada en temel sorun evlatlık çocuğa anne ve babanın ölümünden sonra mal ve mülkün aktarımıdır. Bu sorun şöyle çözülmüştür: Malların evlatlık çocuğa aktarımı miras hukuku üzerinden değil vasiyet hukuku üzerinden gerçekleşmiştir. Bu noktada evlât edinen kişi başka mirasçısı yoksa mallarının tamamını, varsa üçte birini evlâtlığına vasiyet edebilmektedir. Üçte birden fazlası için mirasçıların muvafakati şart görülmüştür.[5] Dini normlar ile büyütülen çocuğun geleceğini garanti altına alma ilişkisi bu şekilde çözülmüştür.
İslam dini açısından koruyucu ailelik hiçbir şekilde evlatlık müessesi değildir. Günümüzde Türkiye'deki uygulamalarda da "evlatlık süreci" koruyucu ailelikten farklıdır. Koruyucu aileler çocukla aralarında ünsiyet, sevgi ve bağlılık oluştuktan sonra evlatlık sürecini başlatmaktadırlar. Koruyucu ailelik daha çok Müslümanların tarihsel uygulamalarındaki hidâne, lakit ve velâ/ muvâlât akdine benzemektedir. Ayrıca meselenin geçirdiğimiz toplumsal dönüşümle de yakından ilişkisi bulunmaktadır. Dün olduğu gibi bugün de çocuğun, çocuk sevgisini yaşamak isteyen ailelerin ve toplumun maslahat ve menfaatlerinin analizi yapılarak bu konuda İslam hukuku çalışmalarının geliştirilmesi bir ihtiyaçtır. Görüldüğü üzere Müslüman alimler Hz. Peygamberi modelleyerek İslam'dan önce var olan sosyal ve hukuki kurumları alıp belli düzenlemelerle kendi sosyal sorunlarının çözümünde istihdam etmişlerdir. Bugünün fakihlerine, Müslüman düşünürlerine ve bürokratlarına düşen görev de kendi toplumsal sorunlarını gözlemleyip analiz ederek, diğer toplumların da tecrübelerinden istifade ederek tarihsel süreklilik içerisinde uygun çözümler bulmaktır
Bizim Aile, 31 Mart 2018 13:40
Yorumlar (0)