Mantıksız Kıskançlıklar Sevginin Katilidir
Popüler Haber, 12 Mayıs 2018 14:53
En mantıksız ve takıntılı olan hased şekli kadının kocasının ailesiyle olan ilişkilerini kıskanmasıdır. Kocasını bu şekilde kıskanan kadın; sadece hased ettiği kişilere odaklandığından devamlı haksızlığa uğradığı, hak ettiği değeri görmediği, hak ettiği bir erkekle evlilik yapmadığı düşünceleriyle boğuşur ve sürekli kendisine acır.
Kur’an-ı Kerim’de hased duygusu ve doğuracağı davranışlar önemsiz
sayılmamıştır. Gerek Hz. Âdem (AS)’in iki oğlu arasında yaşanan beşeriyetin ilk
cinayeti; gerekse de Hz. Yusuf (AS)’un kardeşleri tarafından kuyuya atılması
hadiselerinin sebebi haseddir.
Allah Resulü (SAV) büyük günahların kaynağını üç başlık altında toplamıştır.
Bunlar Hz. Âdem’e iblisi secde ettirmeyen kibir, Hz. Âdem’e yasak meyveyi
yedirten hırs, Kabil’in Habil’i öldürmesine ve Hz. Yusuf’un kuyuya atılmasına
neden olan haseddir.
Hased kendi kendine tedavisi mümkün olmayan bir hastalıktır. Ancak insan ya
İslami ilim alarak bu hastalığını önce fark eder, sonra kabullenir ve daha
sonra iyileşmeye çalışır. Ya da derdini anlattığı İslami olgunluğa sahip olan
kimse onun hastalığını fark eder ve ona nasihat edip uyarır. Tabi o da
hastalığını eğer kabul ederse düzelme yoluna gider. Kabul etmez ise de
iyileşmesi mümkün değildir. Hased eden insanın eğer mikrobu kuvvetliyse de
kolay kolay düzelmez.
Hased uykuları kaçıran, insanın içini bir kene gibi kemiren, hayatının içindeki
güzellikleri ve nimetleri fark etmesine engel olan bir hastalıktır. Onun için
hasetçinin gözü sürekli başkalarına verilenlerdedir.
En mantıksız ve takıntılı olan hased şekli kadının kocasının ailesiyle olan
ilişkilerini kıskanmasıdır. Kocasını bu şekilde kıskanan kadın; sadece hased
ettiği kişilere odaklandığından devamlı haksızlığa uğradığı, hak ettiği değeri
görmediği, hak ettiği bir erkekle evlilik yapmadığı düşünceleriyle boğuşur ve
sürekli kendisine acır.
Bu kıskançlık aslında egonun bir oyunudur. Ego dediğimiz enaniyet, bencillik
kişide yoğun bulunsa da mantıksız kıskançlıklara kapı açar; gereğinden az olsa
da. Gereğinden az olması da eksiklik duygusunu beraberinde getirir.
Kadının egoları fazlaca kabarıksa; kendisini ve geldiği aileyi eşinin ailesine
göre daha üstün görür. Kendi ailesinin yaşam koşullarını, misafirperverliğini,
evlatlarına olan bağlılıklarını eşinin ailesine göre daha iyi standartlarda
görür. Böylece kocasının ailesini küçümsediği için onları çok da umursanacak ve
saygı duyulup değer verilecek insanlar olarak görmez. Bu nedenle kocasının
onlara vermiş olduğu değeri, önemi kıskanır. Kendi ailesindeki erkeklerin
artılarıyla kocasının eksilerini karşılaştırıp; kocasını küçümser. Hâlbuki
artılar artılarla kıyaslanmadığı için böyle bir karşılaştırma adaletli bir
karşılaştırma değildir. Küçümsediği kocasını devamlı yönlendirmeye çalışır.
Onun ailesiyle olan ilişkilerini kontrol altında tutmaya çalışır. Kiminle ne
şekilde görüşüleceğini, nereye gidilip gidilmeyeceğini kendisinin belirlemesi
gerektiğine inanır. Ona göre kocası bu kadarını hesap edemez. Onun kadar akıllı
değildir. Devamlı “Benim istediğimi yapsın, benim istediğim kişilerle konuşsun”
düşüncesindedir.
Egosu az olan kadınlarda özgüven eksikliği vardır. Böyle kadınlar kendilerini
kocalarına karşı bazı yönlerden eksik, seviyesini düşük ve aşağı hisseder.
Bazıları da kendisini çirkin, şişman, ya da kısa boylu gördüğünden kocasını
kaybetmekten korkar ve onun başkalarına olan meylini kıskanır. Bu durum
çocukluk döneminde fazlaca aşağılanmaktan, devamlı hatalarıyla uğraşılmasından
kaynaklanır. Çocukluk döneminde azarlanan, her yaptığı iş eleştirilen, aile
içerisinde bir türlü takdir görmeyen kimselerde de evlilik hayatlarında böyle
takıntılı kıskançlıklar görülür.
Özgüven eksikliğinden kaynaklanan kıskançlık yanında promosyon olarak
değersizlik, çaresizlik, mutsuzluk, umutsuzluk ve kendisini yalnız hissetme
duygularını da getirir. Kendisini değersiz hissettiği için devamlı dikkat
çekerek değerli olacağını düşünen kadında kocasına karşı aşırı bir bağımlılık
hissi gelişir. Bu bağımlılık öyle bir dereceye varmıştır ki; kadın kocası
olmadan nefes alamayacağı hissine kapılır. Onsuz adeta kendisini bir hiç
hissettiğinden o odaklı yaşar. Devamlı kocasının kendisiyle konuşmasını,
sormasını, ilgilenmesini talep eder. Sık sık telefon muhabbeti yapmayı ister.
Devamlı fark edilmeyi ve değer görmeyi isteme taleplerinden dolayı sıkıcı bir
hale geldiğinden; kendisini değerden yine kendisi düşürür…
Hâlbuki Allah bizi bir tek –başına- yarattı. Milyonlarca damlacığın içinden
bizi seçti ve ana rahmine yerleştirdi. Daha biz dünyaya gelmeden annemizin bize
karşı duygusallığını ve hassasiyetini artırdı. Onu her olaya karşı daha duyarlı
bir hale getirdi ki; dünyaya geldiğimizde bize karşı umursamazlık yapmasın.
Annemizin göğsüne bizim için süt pınarları yerleştirdi. Bizim için onun
göğsündeki süt damarlarına emretti ve onlar da süt verdiler. Biz başka bir
insana vermemiz gereken değerden daha fazla değer vermeyecek kadar özel
yaratıldık.
Rabbimiz eşrefi mahlûk olarak yarattığı insanın hayatının merkezine O’nun
dışında hiçbir şeyi oturtmasını istemiyor. Bir kul diğer insanlarla olan
ilişkilerini Allah’ın istediği şekilde belirlemesini bilmelidir. Kim hayatının merkezine takıntılı bir şekilde Allah’tan gayrısını
oturtursa; Allah onu onunla imtihan eder ve bazen başına bela eder. Bu
gerek insanın kendi nefsi olsun, gerek evladı, gerekse de eşi olsun hiç fark
etmez.
Kocalarını mantıksız bir şekilde her ne etkenden dolayı olursa olsun kıskanan
kadınların söyledikleri hep aynıdır; “Kocam ailesine karşı kör. Kimin ne olduğu
bilmiyor. Sürekli onu oyuna getiriyorlar. Kendisine değer verilmediği halde hep
o ailesinin peşinde. Hele ailenden seni adam yerine koyan tek kişi var mı dön
de bir bak. Aile şimdiye kadar aile değildi. Benimle evlenince mi aile oldu?
Hep menfaat peşindeler. Ama kocamın gözü açılmıyor ki? Evlendiğinde kim ona
destek oldu ki? Kaynanamlar diğer oğullarının eşyalarını alırken benimki tek
başına borçlarıyla kalakaldı…”
Aslında birçok kadının hayatı bu gibi fikirlerle tükenip gidiyor. Nasıl ki iç
savaş yaşanan bir ülkenin tüm insanları o savaşta fiilen bulunmasalar bile
etkileniyorlarsa; ailede yaşanan savaş ve gerilimlerden de çocuklar son derece
etkileniyorlar. Hatta annelerinden aldıkları savaş bayrağını evlenene kadar
yanlarında taşıyorlar. Sebepsiz ve mantıksız yere girdikleri her ortamda
kıskanacakları, çekemeyecekleri birilerini buluyorlar. Her ortamda insanların
kendilerine odaklanması, değer vermesi gerektiğini düşünüyorlar. Kendilerinden
başkasına verilen değeri kıskanıp; onu kendilerince rakip olarak görüyorlar.
Taşıdıkları savaş bayrağını en son kendi yuvalarına asıyorlar.
Kocasını onun akrabalarından takıntılı bir şekilde kıskanan kadınların
gerekçelerine baktığımızda hemen hemen hepsinin birbirine benzer; “Kocalarının
ailesi yardımı hak etmiyordur. Kocalarının bu derece ilgisi ve saygısına karşı
nankördürler. Kendilerinin işi düşünce asla halletmezler, kurnazdırlar. Ailenin
diğer evlatlara gücü yetmez, ama o oğullarına istediklerini yaptırırlar.
Ailesine karşı kocalarının gözünü açmak gereklidir. Bağlarını kopartmak için
bol bol onların hatalarını dile getirmedikçe kocanın gözü
açılmayacaktır…”
Hiçbir doktor bu ruh hastalığını tedavi edemez. Ruhu hasta olan birçok kadının
gittiği psikoterapistler ilaç olmak yerine batılı bilim adamlarının ürünü olan
ve ateizm üzerine oturmuş olan bir takım kuramların misyonerliğini yaparlar. Bu
nedenle maalesef egoları beslemekten başka bir şeye yaramazlar. İnsana kendisi
ile yüzleşmesi gerektiğini, yanlışlarını fark edip terbiye etmesi gerektiğini,
kendisini karşısındakinin de yerine koyması gerektiğini telkin etmezler.
Psikoterapistlere gidip de eşinin kendisini ihmal ettiğini, ezdiğini,
haksızlığa uğradığını, kendisini değersiz hissettiğini söyleyen birçok kadın;
aslında yaptığı tutucu ve takıntılı tavırlarıyla kendisini değersizleştirdiğini
bir türlü anlamak istemez.
Psikoterapistler kendilerine sorunlarını anlatan hiçbir kadına iç dünyasını
sorgulatmazlar. Söyledikleri hep aynıdır; “Etrafındakiler haksız, sen haklısın,
zincirlerini kopart, yalnızca kendin için yaşa, kendini önemse, kendi değerini
bil” derler. Böylece hiper bireyci, kendisinden başkasını düşünmeyen, hiçbir
zaman hatalarıyla yüzleşmeyen bireylerin türemesini sağlarlar. Onun için insanı
imar edenin Allah’ın kitabından ve O’nun gönderdiği Resulden başka insanın
sorunlarına şifa olacak bir kapı yoktur. İnsanlığa ilaç diye İslam’dan gayrı
sunulanların hepsi insanlığın birer felaketi olmuştur.
Sorunlu bir aile içerisinde büyüyen veya çok fazla baskı altında kalan kadınlar
da evlenirken maalesef sıfır hatalı bir hayata odaklanıyorlar.
Karşılarındakilerin kendilerine karşı hiçbir kusur işlememesi gerektiği
inancıyla ve her an hoşnut edilme isteğiyle evleniyorlar. Hiçbir anın
sıkıntıyla geçmemesi gerektiğine inandıklarından; her olumsuzluktan mutsuzluk
üretiyorlar. Onun için evliliğin hiçbir yükünü kaldıramayıp; her şeyi gözlerinde
büyütüyorlar. Evlilik hayatlarında sıfır hata beklentisi onlar da kocalarının
yalnızca kendisine, zevklerine, duygularına odaklı yaşaması gerektiği inancını
da beraberinde getiriyor. O yüzden kocalarının kendisinden başka tüm bağlarına
karşı savaş açıyorlar.
İnsanın bir şeyleri fazlaca sıkıntı yaptığı zamanlar; aslında ruhunun kıyı ve
köşelerinde biriken ahlaki kirlerin ortaya çıkması ve tespit edilmesi için en
uygun zaman dilimleridir. Sıkıntı insanın kendisindeki zafiyetleri,
hastalıkları keşfetmesine imkân doğuran bir ayettir. Nasıl ki bir hastalığın
belirtisi o hastalığa işaret eden bir pusulaysa ve bedendeki arızaya ve işlerin
yolunda gitmediğine dalalet ediyorsa; insanın dert ettiği şeyler de ondaki
arızaları ortaya çıkartır.
Yine birçok kadının, kocasını akrabalarından kıskanmasının nedeni çocukluk
döneminde babasıyla iyi bir diyalog kuramamasından, kendisini onun yanında
değerli hissetmemesinden kaynaklanıyor. Babasının yanında kendisini ifade
edemeyen kadınlarda ‘baba açlığı’ kalıyor. Bu açlığı farkında olmadan
kocalarına olan bağımlılıkla, tutuculukla doldurmaya çalışıyorlar. Uzmanlara
göre bir babanın kızıyla olan diyaloğu iyiyse bu durum onun ergenliği normal ve
kendisini dağıtmadan geçirmesine; evlenince de mutlu bir evlilik yapmasına
katkıda bulunuyor. Baba açlığını, kız çocukları erkeklere oranla daha fazla
evlilik hayatlarına yansıtıyorlar.
Bu dünya etme-bulma dünyasıdır. Bugün kocasını ailesinden kopartmak amacıyla
gerekçeler üreten bir kadının yarın gelini gerekçe üretmeye çalışır. Ayıpları
kapatmayanın da ayıpları açılır. Kusuru, açığı affetmeyen affedilmez. Hele “Kim bir müminin ayıbını örterse Allah da kıyamet gününde
onun ayıplarını örter” diyen bir Peygamber (SAV)’e iman eden
Müslüman bir kadın; evlada anasının açıklarını anlatmaktan, kusurlarını
dökmekten korkmalıdır. Akraba bağını zayıflatmaktan ve hatta kopartmaktan
Allah’a sığınmalıdır. İnsanların bireyselleştiği, akraba bağlarının kalmadığı,
insanların dört duvar arasında kalıp yalnızlaştığı, başkalarıyla görüşmemek
için gerekçeler ürettiği ve ölüsünün aylar sonra, bazen de yıllar sonra
bulunduğu Batılıların durumuna düşmemenin yolu insanları kusurlarıyla,
ayıplarıyla kabullenmekten geçer. Kusursuz insan aramak Allah’a ortak
koşmaktır.
Popüler Haber, 12 Mayıs 2018 14:53
Yorumlar (0)