Aile içi şiddet
Bizim Aile, 23 Temmuz 2020 15:01
Aile içi şiddet konusu, Türkiye’nin gündeminden hiç düşmedi, bundan sonra da düşecek gibi görünmüyor. Peş peşe çıkarılan yasalarla modernizm, post-modernizm aşıldı, feminist/Marksist yaklaşım 6284 Nolu Kanun’da vücut bulmuş, harıl harıl aile dağıtıyor.
Kadın ve aile birbirinden ayrılamaz. Ailede şiddet, kadına yönelik şiddeti akla getiriyorsa bunun çok da haksız bir yanı yok. Ama aile konusunda odağa alınması gereken, kadına yönelik şiddet midir, yoksa bütün fertlerin haklarının korunduğu huzurlu, üretken ve topluma katkı sağlayıcı sağlıklı, mesut bir aile midir?
Aile içi şiddet konusunda hassasiyeti ikincisi olan, aile merkezli bir çalışma yürütür. Aileye inanmayan, ferdiyetçi ve bencil düşünenler ise konuyu sadece kadına yönelik şiddet odaklı ele alıyorlar. Bu ayrıştırıcı yaklaşım Batı’da yıllardır katıca uygulanıyor. Türkiye’de Batı çizgisinden ayrılma yolunda görünürken o yaklaşıma doğru yol alıyor. Önce kanunlar değiştirildi, şimdi de kampanyalar yürütülüyor.
Kanunlar çıktıkça kadına yönelik şiddet de arttı. Herhalde kanunlar iyi anlaşılmıyor denip şimdi bir de toplumsal bilinçlendirme hevesiyle kampanyalar yürütülüyor. Sonuç alınır mı?
Sosyal bilimlerin pek çok kanunu neredeyse tabiat bilimleri kadar sağlam işliyor. Dolayısıyla sosyal alandaki benzer çalışmalar, kendisine ait ifadeyle “aynı koşullar altında yapılan aynı deneyler” genellikle aynı sonuçları doğuruyor.
Şimdi,
kadına yönelik şiddet konusunda yolunda adım adım gidilen Batı’nın durumuna ve
aldığı neticelere bakalım:
Öncelikle kadına yönelik şiddet, aynen bizde olduğu gibi “dindar Batı”nın bir
sorunu değildir. Kimse samimi Katolik bir ailenin bir şiddet sahası olduğunu
iddia edemez. Batı’da kadına yönelik şiddet, ferdi, istisnai bir durum olarak
değil ama toplumsal bir sorun boyutunda, modern seküler sürecin bir sorunu
olarak ortaya çıkmıştır.
Batı’da dindarlığın azalmasıyla merhametin bir sömürü olarak görülmesi, tabiattaki kanunun güçlünün zayıfı ezmesi şeklinde işlediğine dair Darwinist iddiaların kabul görmesiyle toplumlar arası, toplum içi ve dolayısıyla aile içi şiddet bir tür meşrulaştı, normalleşti. Toplumlar arası ilişkilerde güçlünün zayıfı ezmesi normal karşılandığı gibi, sınıfçı bir anlayışla toplum içinde de güçlünün zayıfı ezmesi “tabii” görülmeye başlandı (“doğal!” karşılandı), bu anlayış aile içi ilişkilerde de kendisine yer buldu. Üstelik bu süreçte Kilise tamamen devre dışı kaldığı için kadın, şiddet karşısında sadece kanunlara başvurmak durumunda kaldı, bunun için önce ilgili kanunlar çıkarıldı, kanunlar da yetersiz kalınca “psikolojik danışmanlık/ aile koçluğu” Batı’da başlı başına bir sektör haline geldi. 20. yüzyılın başında, bir de 8 Mart Dünya Kadınlar Günü ilan edildi. 1911’den bu yana, 8 Mart’ta, kadına saygıyı, kadın haklarını, kadınlar lehindeki yasaları, cinsiyet ayrımı karşıtlığını işleyen çok yönlü ve devasa etkinlikler düzenleniyor.
Bu, büyük kurumlar gerektiren, çok masraflı deneyim acaba iş gördü mü? Buyurun İngiliz Kraliyet kanalı olmakla birlikte genel anlamda sosyal demokrat bir yayın yapan, dolayısıyla feminist/Marksist tezlere de yakın olan BBC’nin 2015’te yayınladığı istatistiklere bakalım.
“Hollandalı kadınların beşte biri evinde eşi ya da sevgilisinden şiddet görüyor. Her 10 kadından biri ise tecavüze uğruyor. Üstelik bunu yapanlar, ormanda saklanan birileri değil, kendi çevrelerindeki, hayatlarındaki insanlar.”
“Kadınlar kendi eş ya da sevgilileri hakkında çok fazla şikayetçi olmuyorlar. Araştırmaya göre şiddet en yoğun şekilde Kuzey Avrupa ülkelerinde görülüyor.
Danimarka yüzde 52 oranıyla bu konuda en önde. Şiddet gören kadınların oranı Finlandiya’da yüzde 47, İsveç’te de yüzde 46.
Şiddetin en az olduğu ülkeler ise, yüzde 20 oranıyla Polonya, Avusturya ve Hırvatistan. Almanya’da bu oran yüzde 35.”
Neticede;
“Avrupa’daki kadınların yüzde 33’ü şiddet mağduru.”
Kadın konusunu İslam dünyasını kimliksizleştirmek için kullanan modernistler ne dediler?
1. Modernleşme arttıkça kadına yönelik şiddet azalır.
2. Modernleşmenin eksik kaldığı hususlar ise kadın hakları ile ilgili yasalarla çözülür, söz konusu yasalarla birlikte sorun makul bir noktaya gelir.
Öyleyse, Batı’daki durum ne? Onların ön görüsünün tam aksine işliyor. Batı’nın en seküler kesimi, Kuzey Avrupa’dır. İsveç, Finlandiya gibi ülkelerde din kurumu, neredeyse tamamen gündem dışı kalmıştır. Aynı zamanda Batı’da kadın haklarına yönelik en kapsamlı yasalar da feminist/Marksist anlayışla söz konusu ülkelerde çıkarılmış. Ama kadına yönelik şiddet en çok o ülkelerde görülüyor. Buna karşılık dindarlığın henüz dar bir çevrede de olsa var olduğu Almanya, Hırvatistan, Polonya gibi ülkelerde durum nispeten daha iyi.
O hâlde, büyük harflerle yazmak lazım: “SEKÜLERLEŞME ARTTIKÇA KADINA YÖNELİK ŞİDDET ARTIYOR VE KANUNLAR DA BUNU ENGELLEYEMİYOR.”
1908’den bu yana Türkiye’de kadın konusunda uygulanan program, Batılı modernistlerin programlarının ta kendisidir. Önce Batı uyguluyor, sonra özendiriyor, dayatıyor ve biz de taklit ediyoruz.
1908’den bu yana aradan 110 yıl geçtiği hâlde, Türkiye’nin Aile Bakanlığı’nda konu hâlâ tamamen seküler bir bakış açısıyla ele alınıyor. Yöneticiler, günlük yaşamlarında dindar olsalar da Batı müktesebatıyla yetişmiş uzmanlar iş başında ve bir kısmında bize ait hiçbir şey yok. Birkaç yıl önce hazırlanmış bir Aile Bakanlığı raporu okumuştum, rapor boyunca uzmanlar, “Kur’an-ı Kerim”i sadece “kuran” şeklinde küçük harfle ve kesme işareti kullanmadan yazmışlardı. Aile sorunlarımızı çözecek uzmanlar, dinî müktesebata bu kadar yakınmış! Dahası aynı uzmanlar acaba “İncil”i küçük harfle yazarlar mıydı? Muhtemelen hayır. Kasten mi yapılmıştı, asla. Sadece duyarsızlar; Bakanlığın idari personeli ise gerçekliği görmüyor.
Kendi durumumuzu tahlil etmeye, Batı’nın durumunu gözden geçirmeye yanaşmıyoruz. Batı’yı olduğu gibi alıyoruz. Sonra kadına yönelik şiddet artıyor, diye yakınıyoruz. Yasa çıkarıyoruz, şiddet daha da artıyor, eksik kaldı deyip kampanya başlatıyoruz. Umudumuz şiddetin azalması imiş.
Batı ne yaptıysa biz de onu yapacağız ama Batı’dan farklı sonuçlar alacağız, öyle mi?
Bu, bilimle/ilimle alay etmektir. Bu, ilime/bilime karşı kılıç sallamaktır. Bilimin/ilimin söylediği açıktır: Sen, Batı gibi yol alırsan Batı gibi sonuçlar alırsın. Batı, bu seküler ve yasa dayatmacı yolda yol aldıkça aileyi dağıtmıştır. Ortada aile de kalmayınca konuyu kadına şiddet düzeyine düşürmüş ve orada ısrar etmektedir. Zira Batı’nın zihni kapanmış; Batı, ilmî düşünmekten uzaklaşmıştır.
Yapılan bir daha büyük harfle: FEMİNİST/MARKSİST DOĞMACILIĞIN AVRUPA UYGULAMALARINA TESLİM OLMAKTIR.
Elinizin altında bunca sosyolog, bunca sosyal çalışmacı, en azından istatistikçi var, vaka kaydını ve saymayı bilirler. Birkaçını sahaya indirin de çalıştırın, şunu göreceksiniz:
SÖZ KONUSU YASALARDAN SONRA AİLE İÇİ ŞİDDET ARTTI. BU KAMPANYALARDAN SONRA DAHA DA ARTACAKTIR.
Zira feminist/Marksist anlayışla önünüze konan “dindarlığın şiddetin ana sebepleri arasında yer aldığı” iddiası dünün de bugünün de gerçekliğiyle yanlıştır, yalandır.
Toplumun her kesiminde aile içi şiddet örnekleri vardır. Ama aile iç şiddetin toplumsal bir sorun olma boyutu, kesinlikle dini özümseyerek yaşayan aileler için doğru değildir.
Bu, dün, dindarlığı zayıf ya da dindarlığı şekilci, yüzeyde kalan kesimlerin sorunuydu. Bugün ise onlarla birlikte sekülerleşen kesimlerin sorunudur. Toplum, sekülerleştikçe aile içi şiddet, dolayısıyla kadına yönelik şiddet artıyor.
Alkol ve uyuşturucunun aile içi şiddetteki payını neden gündeme getirmiyorsunuz? Peki bu iki sorunun dinden kaynaklandığını söyleyebilir misiniz?
Bu arada yasa ve kampanyalar ne yazık ki en dindar aileleri de etkiliyor, onların da huzurunu bozuyor ve onlar içinde de şiddeti artırıyor, dolayısıyla topluma dayatılan değişim, sadece seküler kesimi değil, dindar aileleri de etkiliyor, bozuyor, dağıtıyor. Buna rağmen hâlâ dindarlığı özümsemiş kesim içinde aile içi şiddetin bir toplumsal sorun boyutunda olmaması size yeteri kadar mesaj vermiyor mu?
Dün Batı’ya uyalım da Batı, bağımsızlığımızı elimizden almasın savı, Bugün Batı’ya uyalım da Batı’nın eleştirilerinden kurtulalım, diye yapılanlarla buluşunca ailelerimiz önce reissiz kaldı ve şimdi tamamen dağılıyor. Bunun vebali ağırdır. Feminist/Marksist kampanyalarla bu vebalden kurtulmazsınız aksine vebalinizi artırırsınız.
Bizim Aile, 23 Temmuz 2020 15:01
Yorumlar (0)