Gençlerin en çok önem verdiği değerlerin başında gelir adalet kavramı. (Bir diğeri özgürlüktür.) Adaletle eşitliği çoğu zaman karıştırsalar da kanaatimce isyankar karakterlerinin önde gelen sebebi hakkaniyeti kendi gerçek dünyalarında gözlemleyememektir. Adil olmadığını düşündükleri için ailelerine, öğretmenlerine, dünyaya ve nihai olarak tanrıya isyan ederler.
Adaletli olabilmenin önündeki en ciddi engel duygusallıktır. Bugün duygularınızın sizi yönetmesine izin vermeniz konusundaki teşviklere aldanmayın ilkelere göre değil duygulara göre davranmak insanı hakkaniyetten ve adaletten uzak tutan bir zaaftır. Maide Suresi 5'te bir topluluğa duyduğumuz kinin bizi haksızlık yapmaya sevk etmesinden sakındırılırken Nisa Suresi 135'te ana babamız ve sevdiğimiz yakınlarımız aleyhine bile olsa haklının yanında adaletle şahitlik etme konusunda ikaz ediliriz. Kısaca Rabbimiz sevgi ve kin gibi baskın duyguların adalete engel olmaması gerektiği konusunda bizi uyarır. Gençlik döneminin kaçınılmaz çelişkilerinden biri olarak adalet önündeki en büyük engel olan duygusallık da onlarda had safhadadır.
Aslında adil olmak biyolojik olarak genç ya da yaşlı olmaktan çok kafa ve ruh olarak "yetişkin" olabilmekle ilgilidir. Yetişkinlik –ermek- aklın ve hakikatin duygulara ve nefse hakim olması ile gerçekleşir. Bu nedenle olsa gerek bir kusur olarak değil, çok başka bir dünya için lüzumlu olan eşsiz bir yetenek olarak kadın kısmında daha sık rastlanan duyguların hayatın gerçeklerine göre davranmayı engellemesi (iyi ki de öyle) klasik dönem alimlerimizden bazılarını kadınları çocuklar gibi değerlendirmelerine yol açmıştır. aynı alimler sözünün eri olamayan, öfkesine, nefsine, hazlarına, çıkarlarına hep yenik düşen, hakkı, hakikati adam gibi dile getiremeyen erkeklere ne dediler onu bilemiyoruz. Her neyse.
Gençlerin yetişkin dünyanın haksız hiyerarşilerine isyan etmesine sebep olan adalet ihtiyacı insan için o kadar esaslı bir ihtiyaçtır ki ahrette iğneden ipliğe ödeşme fikri teselli etmese hayatlarımızın çoğu ciddi bunalımlarla geçer ve hatta intiharla sonlanırdı. Ruhumuzda ve sosyal hayatımızdaki bu esaslı yeri nedeniyle adalet mülkün, yani yeryüzündeki eğreti hükümranlığımızın temelini oluşturur. Bu hükümranlık ister küçük bir işletme olsun, isterse koca bir devlet, sistemi ayakta tutacak şey adalettir.
Şimdi Efendimizin geldiği dünyayı hatırlayalım. Peygamberimiz tamamıyla güçlünün hakim olduğu, bütün ilişkilerin kan bağı ve diğer yakınlıklar üzerinden yürüdüğü bir dünyada sosyal düzende adaleti, yakınlık anlayışında da inancı temele oturtmuştu. Bütün Arap ulularının onun karşısında yer alması boşuna değildi. Bugün bize çok normal ve yerinde gelen bu tavır o gün onlar için yüzyıllardır içinde yaşadıkları (ve her zaman güçlüyü daha güçlü yaptığı için işlerine gelen) kurulu düzenin çökmesi demekti.
Üstelik Hazreti Peygamber hakkaniyet ve sözüne sadakat gibi erdemleri sadece şartlar kendi lehine olduğu zaman değil, aksine her durumda, yani ilkesel olarak savunuyordu. Mesela onun Hudeybiye'de işkence görmüş ve zincirlerinden kurtulup kaçmış bir müslümanı "bizim onlara verilmiş bir sözümüz var" diye müşriklere iade etmesi antlaşmaya sadakat anlamındaki bir hak karşısında duygularına kapılmadan hareket edebilmenin en güzel örneğidir.
Adalet deyince sahabeden aklımıza gelen ilk isim Hazreti Ömer'dir malumunuz. Ama ben bugün size Hazreti Peygamber (as)ın çok değer verdiği bir başka sahabesinden ve onun hakkaniyet söz konusu olduğunda bir dağ gibi sımsıkı duruşundan bahsedeceğim.
Kendisi Medinelidir. Evslilerin lideri, toplumunda sözü geçen, saygın bir kişidir. O kadar ki Medine'yi İslamlaştırmak üzere gönderilen Mus'ab b. Umeyr'e "o size tabi olursa kavminin tamamı Müslüman olur" demişler ve o da öncesindeki kızgınlıklarının etkisinde kalmadan Kur'an'ı dinlemiş ve bir dinleyişte Müslüman olmuştur. Onun Müslüman olması Medine için bir dönüm noktasıydı. Bir karar verirken geçmişin düşmanlıklarını ve geleceğin belirsizliklerini düşünmeden, kızgınlık ve korkuların etkisi altında kalmadan hakkın yanında yer alabilmek büyük bir adalet vizyonuna sahip olmayı gerektirir. Cenabı Hakk'ın doğrudan adalet ve hakkaniyet anlamları içeren Hakem, Adl, Hakîm, Hakk, Muksit vb isimlerinin tecelli ettiği kabiliyetler bu kumaştan dokunmuş karakterlerdir. İşte Sa'd b. Muaz da onlardandı.
Şartlar ne olursa ve karşınızda kim olursa olsun adil olabilmenin olmazsa olmaz şartı korkusuz olmaktır. Gerçeğin yanında dimdik yer alabilmek için güçten, statüden, toplumsal baskıdan korkmadığı gibi hiçbir şeyi kaybetmekten de korkmamak gerek. Akabe biatlarında Medinelilerin kendisini Medine içinde müdafaa sözü verdiği için Medine'nin dışında olan Bedir'de yanında savaşıp savaşmayacaklarından emin olamayan Peygambere "Seni hak ile gönderen Allah'a yemin ederim ki sen bize denizi gösterip dalsan, biz de peşinden dalarız." diyebilmek için böyle korkusuz bir yüreğe sahip olmak gerekir. Yaşama tutkusundan, sevdiklerinden ve mala mülke düşkünlükten bağımsızlaşmış, inandığına tam inanmış bir yürek. (Neredeyse herkes tarafından bilinen ve çok tekrarlanan bu sözün sahibi de Sa'd b. Muaz'dır)
Sa'd, Bedir'de çarpışmaların en kritik anlarında Hz. Peygamber'in yakınından hiç ayrılmadı. Savaştan sonra esirler konusunda yapılan istişare toplantısında onların öldürülmesi gerektiğini belirtti, ancak Resûl-i Ekrem bu görüşe katılmadı. Uhud Gazvesi'nde de Medine'nin içeriden savunulması taraftarıydı. Bu savaştan önce birkaç gece Hz. Peygamber'in kapısında nöbet tuttu ve Uhud'a giderken güvenliğini sağlamak için onun önünde yürüdü, savaş boyunca da onu koruyanlar arasında yer aldı. Hayatta vazgeçemeyeceğiniz şeyler ne kadar çoksa korkularınız o kadar çoktur ve korkularınız ne kadar çoksa doğrunun yanında yer alma gücünüz o kadar azalır. Bu korkusuz adam daha sonra Hendek'te de Rasulullahın yanından ayrılmamış, oğlunu Uhud'da şehid vermiş, kendisi de Hendek Savaşı sırasında ağır yaralanmıştı.
Bu savaş esnasında Peygamberle evvelce yaptıkları antlaşmaya ihanet ederek düşmanla işbirliği yapan KureyzaYahudileri savaşın Efendimizin kesin galibiyeti ile bitip, çok güvendikleri ahzab orduları çekip gidince canlarının telaşına düştüler ve o hengamede Sa'd b. Muaz'ın Peygamberimizle Kureyzalılar arasında hakem olmasını istediler. Bu Hicaz bölgesinde eskiden beri siyasi uyuşmazlıkları çözmekte baş vurulan bir yöntemdi. Onun reisi olduğu Evs kabilesi ile eskiden beri araları iyi idi ve Sa'd da kadim dostlarındandı. Sa'd yaralı olarak bir yatak üzerinde getirildi. Yol boyunca sayısız münafığın telkini ve gözyaşları içinde eski iyiliklerini sayarak aralarındaki hukuku hatırlatan Yahudilerin yakarışları arasında kendi kendisine sürekli şöyle diyordu: "Bugün Sa'd için hiçbir kınayanın kınamasından korkmaması gereken gündür." (bk. Maide 5/54) Bu sözü söylerken etrafında kadın ve çocuklar ağlaşıyor, yıllar öncesinden beri dostluğu olan erkekler ona kendi lehlerinde hüküm vermesi için yalvarıyorlardı. Onun bu sözünü duyanlar "eyvah" dediler, "bu bir felaket haberidir". Sa'd önce Efendimizin olduğu bir yerde hakemlik yapmak istemediğini söyledi fakat Efendimiz Sa'd'ın iki tarafça da hakem olarak kabul edildiğini söyledi. Bu sefer Sa'd Efendimizin hükmünü sordu. Peygamberimiz "sen ne hüküm verirsen o yerine getirilecektir" diyerek her hangi bir yönlendirme yapmayı kabul etmedi. Sa'd tarafların tamamının, hatta Kureyza ile dostluğunu bildiği kendi kabilesinin de onayını aldıktan sonra hükmünü açıkladı: "Yahudiler silahlarını bırakıp teslim olacaklar. Yetişkin erkekler idam edilecek, kadın ve çocuklar esir alınacak, mallarına el konulacak." Rasulullah bu kararı "Sen onlar hakkında Yüce Allah'ın yedi kat arşta verdiği hükmü verdin" diyerek onayladı. Taraflardan hiçbiri bu karara itiraz etmedi. Çünkü Tevrat'a göre de savaş sırasında ihanet eden tarafın cezası buydu.
Zaten ağır yaralı olan ve "Allahım Kureyzanın cezasının verildiğini görmeden canımı alma" diye dua etmiş bulunan Sa'd b. Muaz kısa süre sonra vefat etti. O sırada 37 yaşındaydı. Tabutunu taşıyanlar onun gibi iriyarı olan birinin bu kadar hafif olmasına şaşınca Efendimiz "Sizinle birlikte melekler de onu taşıyorlardı" buyurdu. Annesi Kebşe'nin onun için söylediği ağıtı duyan Resûlullah ağıtçıların genellikle doğru söylemediğini, fakat Sa'd'ın annesinin söylediklerinin doğru olduğunu belirtti. Hz. Peygamber'in Sa'd'ın vefatı münasebetiyle arşın titrediğini, cenazesine yetmiş bin meleğin katıldığını ve onun cennet ehlinden olduğunu belirttiği nakledilmiştir.
Çıkarları ve dünya düzeni aksini söylese de hakikatin yanında yer almak (Sa'd'ın Müslüman oluşu), sevdiklerinin aleyhine olsa da doğruyu söylemek (Bedir esirleri konusundaki fikri) ve hüküm verirken gerçeği söyleme konusunda hiçbir kınayıcıdan korkmamak (Kureyza hakkındaki hükmü) ve daha burada sayamadığımız pek çok adil ve hakkaniyetli davranışları sayesinde Allah ve Rasulü (ve elbette bu sebeple bütün ümmet) katında bu övgü ve takdirleri kazanan Sa'd b. Muaz'a hürmet ve hayranlığımızı bir kez daha ifade ediyor ve Rabbimizden yüreklerimizi onunki gibi sağlamlaştırmasını, bakışımızı onun gibi ferasetle donatmasını ve hayatlarımızı onunki gibi mertlikle süslemesini diliyoruz.