Kamusal alanda anne çocuk ilişkilerine dair oldukça güzel bir değerlendirme
Bir buçuk yaşındaki oğlumla alternatif kamusal alan imkanlarının konuşulduğu bir seminerdeyiz. “Medeniyet dediğin erteleme sanatıdır” derdi bir hocam; karnın acıkır ertelersin, çişin gelir ertelersin, mutsuzsundur, sevinçten ölmek üzeresindir, ortam müsait değildir duygularını ertelersin… Bir buçuk yaş medeniyetin erteleme prensibine dahil olmak için henüz çok erken. Tuvalet ve mide ihtiyacını hallettikten sonra ortamın bir buçuk yaşa darlık veren sıkıcılığını gidermek için önündeki kalem kağıtlarla oyalanan oğlum sadece arada bir konuşmacı ile aynı ses desibelini kullanarak “anne” diyordu. Her bir “anne” ayrı anlama geliyor tabi; anne: kalemim düştü, anne: kağıtta yer kalmadı, anne: beni unutmadın değil mi, anne: ???, anne: !!!, anne: ... Bu durumu tahmin ederek kendimize en arkalardan bir yer seçmemize rağmen beş, on dakikada bir anne kelimesi konuşmacının değil ama salondaki akademik kişilerin sinirlerini bozdukça homurtular yükseliyordu. Sonunda kamusal alanın nasıl bir alternatif formülasyona evrilebileceği imkanının konuşulduğu salondan “cık, cık”lar eşliğinde kalemimizi, kağıdımızı, sonuna kalabilsek konuşmacıya yöneltilecek sorularımızı toplayıp çıkıverdik. Türkiye’de akademi üzerine eleştirel pek çok söz söylenmiş gibi dursa da tüm yöneltilmiş eleştiriler buzdağının görünen yüzü gibi kalmaktadır. Hele akademideki annelerin sözleri feminizm, toplumsal cinsiyet, alternatif yaklaşımlar gibi torbalara konulup etiketlenerek raflara itilmektedir. Ama daha anneler akademide hak ettikleri yeri bulamadı ve daha neredeyse hiiiç konuşmaya başlamadı ki. Emin olun konuşmaya başlasalar gerçeklik algımız altüst olacak ve alışılmış damak tadının bozulduğunu, bazı derin akademik analizlerin kabak tadı verdirdiğini göreceğiz. Mesela anneler konuşmaya (ya da yazmaya) başlasa üniversitelerin ses yalıtımlı, konforlu salonlarında şehirden, ebeveynden, çocuktan, cinsiyetten, farklı sınıfsal katmanlardan, kıldan, tüyden ve dahi akademinin içindeki farklılıklardan bigane kamusal alan alternatiflerinin konuşulmasının absürtlüğü çarpacak suratımıza. Bir buçuk yaşında kamusal alanın şimdilik sadece fikir teatisinde bulunulduğu bir “alan”dan dahi dışlanan bir gerçeklikle irkileceğiz. Bir buçuk yaşındaki çocuğu o anda herhangi bir yere bırakma imkanı olmayan annenin akademideki yerinin sorgulandığı bir durumla karşılaşacağız. Bütün bunların üzerine oturup bir de toplumdan, toplumsallıktan, var olan kamusal alanın kısıtlayıcılığından dem vururken bir buçuk yaşındaki bir velet çizecek karizmamızı.Dışarı çıktığımızda oğlumun verdiği ilk tepki: “Anneeeee!!!” ve bir gülen surat. Benim bu son ‘anne’ nidasına yüklediğim anlam ise: “Anne iyiki çıktık o sıkıcı, boğucu, renksiz, suratsız yerden. Bunlar hep bu duvarların arkasında kalsın. Bizim hayatımıza da, kamumuza da dokunmasınlar. Bunlar bu suratsızlıkla ve o “cık, cık”larla topluma dokunsalar seni de, beni de susturup mutsuz edecekler. Oysa biz parkta istediğimiz kadar çığlık atıp, bağırıp, zıplayıp, oynayabiliyoruz. Hadi bizim alanımıza gidelim.”Aşırı bir yorum mu oldu? Sanmıyorum. Neslihan Akbulut Arıkan
01 Haziran 2014 14:45