İnsanın
içgörü yolculuğu kendini bilmekle başlar. Neyi ne kadar az bildiğimize dair bir
şüphe, dünyaya büyük sözlerle nizam verme alışkanlığından bizi geri
çağıracaktır. Şişkin egodan mütevazı egoya yolculuk. Her erdemin başı kendini
bilmektir, o kadar ki Hz. Peygamber, ancak kendisini bilenin Rabbini
bilebileceğini söylemiştir. Alemi bilmek istiyorsan, önce kendini tanı.
Türkiye’de düşünen, yazan çizen kimi insanlarda gördüğüm bir
alışkanlık var, buna bir tür maluliyet de diyebiliriz. Hemen pek çoğumuz büyük
anlatıların peşindeyiz, olayları kendi eksik ve kusurlarımızdan ziyade,
çevremizde dönen büyük dolaplarla izah etmeyi ve her şeyi açıklayan büyük
kuramlar geliştirmeyi seviyoruz. Sebep sonuç ilişkileri zayıf da olsa, bu üst
anlatılar kendi mahallelerimizde alıcı buluyor, çünkü ruhsal ihtiyaçlarımızı
gideriyor. En büyük işlevleri, olan bitende bize mahsus bir zayıflık ve kusur
olmadığını söylemek suretiyle, zihinsel rahatlık vermeleri. Bu iddialı
fikirlerimizi saygın bir dergiye makale olarak göndermeye kalkışsak kim bilir
ne olurdu? Sınanmamış, tartışılmamış düşünceler slogan ve temenniden
ibaret kalmaya mahkumdur. Her şeyi açıklamaya yeltenen büyük varsayımlar
aslında hiçbir şeyi açıklamaz. Havada tumturaklı sözlerin uçuştuğu,
gerekçelendirilmiş ve kaynaklandırılmış metinler yerine kerameti kendinden
menkul ‘analiz’lerin kolayca dolaşıma girdiği bir düşünce ortamı, çölleşmeye
başlamış demektir. Kitapları veya dergi makalelerini tartışmak dururken, yüz
kırk harf karakterine sıkıştırılmış iletileri konuştuğumuz bir ortamda,
çöp ve cevheri birbirine karıştırır, yetenek/emek sahibi ve yetersiz/emeksiz
kişiyi aynı çuvala sığdırmış oluruz. Oysa birbirimizi işitmeye,
düşüncelerimizin sağlamasını almaya ne çok ihtiyacımız var. Karşılaşma olmadan
kendi yetersizliklerimizi idrak edemiyor ve kurguladığımız üst anlatının
sarhoşluğuna ram oluyoruz.
Sosyal medya düşünce hayatına erişimi
kolaylaştırabileceği gibi, ona erişimi gereksizleştirebiliyor da. Gün boyu
sosyal medya gönderilerine göz gezdiren biri, ülke ve dünya olaylarına dair
yeterince bilgi sahibi olduğu yanılsamasına kapılabilir. Bir tür yorgunluk,
sahte bir doygunluk hissi. Karnını doyurmak için fast-food ile tıkınmak gibi.
Zihnimize binlerce kelime üşüşür ama onların arasından sahih ve derin bir
düşünce kendisine yol açamaz. Sosyal medyanın yarattığı sığlaşma, düşünceyi
de kolay yutulur ‘çöp gıda’lara dönüştürerek bir malumat
obezitesi yaratır. Sonra da samanlıkta iğne arar gibi, malumat yığını içine
gizlenmiş bilgiyi ve bilgi yığını içine gizlenmiş hikmeti arar dururuz.
Yetersiz insanların kendi
yeteneklerine yeterli insanlara göre çok daha fazla güvenmesi dikkati şayan bir
durum. Buna boş başak sendromu veya cahil cesareti de diyebiliriz. Dolu başak
ağırlığıyla eğilir, boş başak mağrurane dikilir. Dunning-Krugervarsayımı,
niteliksiz insanların daha cüretkar olduğunu, bilgiyle birlikte insanların neyi
bilmediğini daha iyi fark ettiğini söylüyor. Bu varsayımı halkın seçimlerini
aşağılamak için kullananlara da şunu hatırlatmalı : Çuvaldızı kendine
batırmayan her yaklaşım cahil cesaretini onaylar ve onun bir parçası haline
gelir. Aslında yetersiz kişiler yalan söylemiyor, sadece kendilerine duydukları
uygunsuz bir güvenle, bilgi gibi hissettikleri bir şeye biraz fazla güveniyor.
Egomuz bir horoz ibiği gibi şişse de, kendimizi düşündüğümüz kadar zeki
veya duyarlı insanlar değiliz çoğu zaman. Başka insanların hata ve kısıtlamalarını
çok daha kolay fark ediyoruz, kendi hatalarımızla yüzleşmek ise zor geliyor.
İnsani kendisini kandırmanın uçurumuna yuvarlandığında bu durumu en geç kendisi
fark ediyor. Kendimizin farkında olma yeteneğimiz insan olarak her birimizde
var ama hiçbirimiz bununla birlikte doğmuyoruz. Kendini bilme yolculuğumuza
aynı başlangıç çizgisinden başlarız ancak bir kez başlangıç işareti
verildiğinde kimilerimiz bitiş çizgisine doğru hızlanır, kimimiz ise o yolu
yavaş ve emin adımlarla yürür. Kimimizde düşer, tökezler veya yolda bir
kazaya uğrarız.
Bilgi körlüğü diyebileceğimiz bir
süreç, yeteneklerimizle ilgili abartılarımızın nasıl performans
gösterdiğimizden çok, kendimiz ve becerilerimiz ile ilgili genel inançlarımıza
yaslandığını gösteriyor. Mesela coğrafyasının iyi olduğunu düşünen öğrenciler,
başkalarından daha kötü neticeler bile alsalar, coğrafya testinden daha iyi
puan aldıklarını düşünüyor. Neyi bildiğimizi düşündüğümüzle ilgili körlüğü
yaratan iç tıkaçlardan bir tanesi de, neyi bildiğimizi hissettiğimiz
konusundaki algılarımızı tarif eden duygusal körlük. ‘Ne kadar
mutlusunuz?’ sorusuna pek çok insan gerçekte olduğundan çok daha olumlu bir
cevap verecektir. Bir başka körlük, davranış körlüğü. Kendi davranışlarımızı
net ve nesnel olarak görmekte zorluk çekeriz. Başka insanların bizi gördüğü
bakış açısından kendimize bakamayız. Çehov’un sözü geliyor aklıma, ‘bir insana
neye benzediğini gösterin, daha iyi bir insan olacaktır’.
Güç de insanın başkalarıyla olan
ilişkisini etkileyen etmenlerden birisi. Her zaman söylendiği gibi güç insanı
bozar ve mutlak güç mutlak bir biçimde bozar. Güç başka insanlara karşı daha
bencil stratejiler yürürlüğe koymamızı meşrulaştırır. İnsanlara güç
bahşedildiğinde, başkalarının görüş açılarını çok daha az nazar-ı dikkate
aldıklarını ve kendilerini merkeze yerleştirdikleri gösterilmiştir. Bunun
sonucunda başka insanların nasıl düşündüğü ve hissettiğini daha az anlamaya
başlarlar. Güç pek çok zaman, başkalarına karşı körlüğü beraberinde getirir.
Kendimizi algıladığımız ahlaki statü de bu konuda önemli bir rol oynar.
Kendimizi ‘haklı’ların arasına yazdığımız her seferinde, ‘haksız’ların
taleplerine kulak tıkamayı doğal buluruz. Ahlaki iki yüzlülük
tabiatımızın derin bir parçasını oluşturur. Başkalarını, aynı hatalardan dolayı
kendimizi yargıladığımızdan çok daha haşin bir biçimde yargılarız.
‘Tevazu’ der SimoneWeil, ‘ben
dediğimiz şeyin bizi ayağa kaldıracak bir enerji kaynağı olmadığını bilmekten
ibarettir. İstisnasız, içimde değer verdiğim her şey benim dışımda bir şeyden
gelir, bir armağan olarak değil, ancak sürekli yenilenmesi gereken bir borç
olarak!’ İnsana borçluyuz, Allah’a borçluyuz. Teşekkür ve şükürle
yenilenmesi gereken bir borç. Ötekinin yolumuza çıkmasına izin veren bir
saygılı bilinç hali, ona cevap veren, onu buyur eden bir dikkat; bizde değerli
olanı açığa çıkarır. Hikâyemizi biz dillendirsek de başkası olmadan anlatacak
bir şeyimiz yok. Milyarlarca insanın arasında bir insan, diğer canlıların
arasında bir canlıyız ve hikâyemiz ancak başka insan ve varlıklarla buluşma
noktalarında ilmek ilmek dokunuyor. Bu hayata doğmayı biz seçmedik ama dikkat
ve adanışla onun yönünü biz tayin edebiliriz.‘Bundan daha fazlası olmalı’
dediğimizde kalbimizi gözün göremediğini görmeye adar ve ebediyetin
kıvılcımlarını hissederiz. İşte dikkat ve adanışın bizi taşıdığı sahildir
burası, aşkınlık. Nefes kesen bir manzarada, olağandışı bir sanat eserinde, aşk
ve sevgide ilâhi ve kutsal olanın yansımalarını görürüz. Bu ‘erdemli bilinç’
halinde insan ve insan, insan ve Tanrı arasındaki örtüler kalkar. Rahmet insan
içindir, insan insan içindir ve nihayet insan, Tanrı içindir.
Kimseye ‘ayar verecek’ takatim
yok, başım kel, kendi merhemimi arıyorum. Bilgiçlik taslamak değil arzum, bu
yazıları önce kendime bir şeyler söylemek için yazıyorum. Bir ideolojik mevzi,
bir politik akım, bir siyasi tavır tarafından adeta emilerek ‘görüş
mesafesi’ni kaybetmenin mahzurları üzerine düşünmeliyiz. Bildiği doğruları
söyleyecek tek bir ses bile dünyada pek çok şeyi değiştirebilir. Bir kabilenin
kişiliksiz aksamı olmak yerine, kendimize ve kabilemize karşı nefis
muhasebesini bir varlık şartı haline getirerek işe başlayabiliriz. Doğru
bildiğimizi söylemediğimiz her seferinde, içtenliksiz bir hayatın yükünü
omuzlarımıza alıyoruz. Kendimizi gizlediğimiz ve dürüst bir biçimde
aklımızdakini dillendirmediğimiz her seferinde, yalanla yaşamış ve yalanın yükü
altında ezilmiş oluyoruz. Çevremizde algıladığımız görünür görünmez baskıya
boyun eğerek kendi bireyselliğimizi baskılıyoruz. Kendimizi bir ideolojik mevziin
yanılmaz ve esnemez sahibi saymak, öteki saydığımıza baskı uygulanması talebini
de beraberinde getirebiliyor: ‘Kusursuz’ bir özgürlüğün bizim sesimizin
ve kimliğimizin yok olmasına yol açabileceğinden korkuyoruz.
Daha fazla iç görüye ihtiyacımız
var. ‘Mide siyaseti’ deyimi, insanın siyasal dünyasını midesinin ihtiyaçları
doğrultusunda tanzim etmesini ifade eder. Mide siyasetinden ruh siyasetine
geçiş, yol gösterici olarak ihtiyaçlardan çok değerleri benimsemekle
olur. Ufkumuzda parlayan şey bizden sonraki nesilleri de gözetiyorsa
doğru bir rehberdir. Varlık benimle sınırlı değil, bundan daha fazlası olmalı !
Ne yapabiliriz peki?
Ruhumuzun kapılarını erdemli bir bilince açabiliriz. Kafamızı fena halde
gürültücü sanal alemden kaldırarak mürekkep kokusunun tüttüğü dergi ve kitap
sayfalarına gömebilir, iç alemimizin kelimelerin denizinde oynaşmasına izin
verebiliriz. Bizi eleştiren her sesi, her satırı içimize cömertlikle buyur edip
ondan bir şeyler öğrenmeye gayret edebiliriz. İnsanın içgörü yolculuğu kendini
bilmekle başlar. Neyi ne kadar az bildiğimize dair bir şüphe, dünyaya büyük
sözlerle nizam verme alışkanlığından bizi geri çağıracaktır. Şişkin egodan
mütevazı egoya yolculuk. Her erdemin başı kendini bilmektir, o kadar ki Hz.
Peygamber, ancak kendisini bilenin Rabbini bilebileceğini söylemiştir. Alemi
bilmek istiyorsan, önce kendini tanı.
25 Ocak 2018 12:50