İnsanın zihin ve vicdan deposunda
bulunan bilgiler ve kalbi duyguları iki kısımdır. Bir kısmı sonradan duyu
organları vasıtasıyla elde edilip depolanan bilgilerdir. Bir kısmı da duyularla
elde edilmeyip doğuştan zihne ve vicdana verilen öğretilerdir. Yani doğrunun ve
yanlışın bilgisi, Allah’a götüren yollar, kulluk, ahlaki ilkeler, hak ve
adaletin ölçüleri gibi bilgiler aynı zamanda insanın fıtratında doğuştan var
olan öğretilerdir. İnsanlığa gönderilen vahiy ve peygamberler de bu bilgilerin
tamamlayıcısı olup; uygulanışında yol gösterici rol oynarlar.
Batılı bilim adamlarının iddia ettiği gibi insan, zihnen ve
kalben içi boş bir depo gibi dünyaya gelmemiştir. Batılı filozoflardan Sartre
insanın mahiyetsiz, anlamsız, boş ve gayesiz olarak dünyaya geldiğini; anlamsız
olarak geldiği hayata kendisinin anlam katacağını iddia eder. Ona göre insan
ancak bu şekilde kendisini yaratmış ve kendisinin efendisi olmuş olacaktır.
Onun içindir ki; Batı toplumları ve onların hayat felsefesin
etkisinde kalanlar, Sartre’nin o iddia ettiği anlamı hayatlarında
yakalayamadılar. Anlamsız ve gayesiz bir şekilde dünyaya geldiğine inanan bir
insan, hayatına nasıl bir anlam katabilir ki? Hem bu anlamı ve hedefi
oluştururken neyi ölçü alacaktır?
İşte Batılı toplumların ve onların etkisindeki kitlelerin
içine düştüğü ‘ruhi boşluk, hiçlik duyguları ve sinirsel hastalıklar’
gösteriyor ki; insan hiçbir anlam ifade etmediği inancıyla yaşayamıyor.
İnsandan varoluşun anlamını aldığınızda geriye bir şey kalmıyor. Bütün bir
kâinatın ayağına serildiği insan, fani hedefler için var olmuş olmayı
sindiremiyor ve kendi boşluğunda boğuluyor.
Hâlbuki insana birçok anlam yüklenmiş ve bu dünya hayatında
kararlarını neye göre vereceğinin yolları çizilip vicdanına depolanmıştır. Eğer
insan o vicdanından kopmaz, saf ve berrak halini koruyabilirse vicdanı onu
Allah’ı tanımaya götürür, doğru yolu gösteren bir kılavuz olur.
Fakat vicdanından, yani özünden, fıtratından uzaklaşıp yanlış
yönlendirmelerin etkisinde kalan insan artık kalbinin sesini duyamaz hale
gelir. Kendi öz ‘ben’inden uzaklaşmış olur. Heva ve hevesini kendi ‘ben’i
zanneder. Kararlarını alırken kendi almış zannetse de aslında o kararı heva ve
hevesi adına almıştır.
Peygamberlerin ve İslam davetçilerinin görevleri de insanları
yeniden kendi özlerine, fıtratlarına döndürmek, gerçek insani benine
kavuşturmaktır. İslami çalışmaların en büyük hedefi de budur. Atasoy Müftüoğlu
‘Ümmet Bilinci’ kitabında diyor ki; “Eğer yeryüzüne yeniden barış ve adalet
gelecekse bu, insanların yeniden fıtratlarına dönmeleriyle mümkün olacaktır.”
İnsanlar yeniden yaratıldıkları o saf ve tertemiz
fıtratlarına döndüklerinde; insan olarak kendilerine verilen tüm ahlaki
değerleri yaşayabilecekler, bunun mücadelesini vereceklerdir. İnsanı eşrefi
mahlûk yapan, meleklerden üstün kılan özelliği, fıtratına Allah’ın üflediği o
melekuti ruhtur. İşte o ruh devamlı iyiliği emreder, kötülükten nehyeder.
İnsana “Allah’ı tanı, O’na kulluk et, gıybet etme, adil ol, affet, hilm sahibi
ol, tevazu sahibi ol, yalan söyleme, zor durumda kalsan dahi adaleti elden
bırakma, israf etme” gibi telkinlerde bulunur. Her durumda kararlarını almada
yol gösteren bir elçi rolü oynar.
Fakat insan bu ‘insani benin’ sesine muhalif sesleri, heva,
heves ve şeytanın sesini dikkate alırsa aldanır. Kendi vicdanının sesini
duyamayacak kadar gaflete düşer. Ve fakat bu insani ben öyle fıtri, öyle saftır
ki; insan onun emirlerini çiğnediği zaman onun yakasını bırakmaz, azap eder.
İşte yaşanan iç sıkıntıların asıl nedeni, vicdani emirlerin çiğnenmiş
olmasıdır.
Örneğin insan günah işlediğinde, başkasına zarar verecek bir
davranışta bulunduğunda; insanlardan sıyrılıp kendisiyle baş başa kaldığı zaman
içi adeta birçok yırtıcı hayvanın kol gezdiği bir ormana dönüşür. Artık vicdanı
ona azap etmeye başlar, kendi kendisinden nefret edecek duruma gelir. Günlerce
canı çok sıkılır, daralır, yere göğe sığmaz. Ama bunun nedenini bilemeyecek kadar
kendi kalbinden uzaklara savrulmuştur. Çare kendine dönmek, kendini dinlemek,
hesaba çekmek, tevbe edip yeni bir sayfa açmaktadır.
İnsanda oluşan iç sıkıntıları, boşluk duygularını Batı
felsefesi üzerine oturtulmuş psikoloji ve psikoterapi çözemez. Psikologlar kendisini unutturucu, uyuşturucu ilaçlar verir; insanı
kendiyle hesaplaşmaktan, kendini onarmaktan uzaklaştırır. Bu durum kişinin
fıtratının sesini dinlemesinin önüne geçer. Kötü ahlaklı, zulümkâr ve cani
insanlar da kendisini unutmak, vicdanlarından kaçmak, iç hesaplaşmanın acısına
katlanamamaktan dolayı içkiye, esrar gibi uyuşturucu maddelere yönelirler.
Uyuşma, unutma yollarına başvururlar.
İslam ise insanı iç muhasebeye davet eder. Eğer içeride bir
sıkıntı varsa; tamir edilmesi gereken yanlarımız var, çiğnediğimiz ilahi
emirler var demektir. İslam insanı ruhsal sorunlarda, boşluk ve bunalımlarda
suçu başkalarında aramak gibi bir aldatmacaya yönlendirmez. Ahlaki olmaya davet
eder.
Vicdana doğuştan verilen yönlendirmeleri kanıtlamak isteyen
Kant diyor ki; “Bu vicdan azapları, pişmanlık acıları nereden geliyor? İnsanın
içinde böyle emirler olmasaydı insan kendi yaptığından razı olurdu ve hiç
şüphesiz kendi iç âleminden rahatsız olmaz, sadece dış âleminden rahatsız
olurdu. Fakat insan devamlı iç âleminden rahatsız olduğunu hisseder. Bunun
nedeni şudur: O güç önceden var olan, yani tecrübelerle elde edilmeyen bir güçtür,
mutlaktır ve maslahata bağlı değildir, her şeyi kapsar ve her yerde doğrudur.”
Çağımızda birçok olumsuz yönlendirme ve etkiler, insanın
etrafını dört bir taraftan kuşatmış; fıtratından uzaklaştırıp heva ve heves
zindanına davet ediyor. Bu etkilerle insanın içinde o kadar yabancı gürültü
oluşmuş ki, hep bir bocalama ve telaş içinde. Bu durumuna hep bir suçlu
arayışında… İnsanın bilincine ve bilinçaltına yapılan yanlış yönlendirmelere,
iç savaşa karşı en güçlü direnişi, ancak devamlı ilim halkalarından beslenen
İslam davetçileri gösterebilirler.
İslam davetçileri kendi fıtratından uzaklaşmakla kendisini
kaybetmiş olan insanları imana çağırma, özüne döndürme mücadelesini ciddiye
almak durumundadır. İnsanın vicdanı, kendisi her ne kadar bundan gafil olsa da
Allah’a iman etmiştir. Allah’ı tanıma özelliğine sahiptir. Tanıdığı oranda
fırtınaları dinecek, sükûna kavuşacak, tatmin olacaktır ve ruhsal sorunların
pençesinden selamete çıkacaktır.
Vicdanı uyandıracak olan İslami ilimleri, insanlara güzel bir şekilde
sunmamız, bu görevi ciddiye almamız gereklidir. Her
fıtratından uzaklaşan insan, kendi kontrolünü ve kendi emniyetini kaybetmiş
insandır. Onları uydu ve internet yayıncılığının, eğitim sisteminin eliyle
şeytanın, heva ve hevesinin zindanına davet eden şer güçlerinin elinden
kurtarmak, imana döndürmek en büyük hedefimiz olmalıdır. Bu gayretimiz oranında
hakkın ve adaletin hâkim olacağı günler yaklaşacaktır inşallah.
İnsanlığı yeniden kendi fıtratına döndürmek için gelen
Resulullah’a “İyilik ve takva üzerine yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerine
yardımlaşmayın” (Maide / 2) ayeti nazil olunca Vebise adında bir adam
Resulullah’ın yanına geliyor ve ‘iyilik ve takvanın, günah ve düşmanlığın’ ne
olduğunu soruyor. Resulullah parmaklarını birleştirerek Vebise’nin göğsüne
vuruyor ve “Bu fetvayı gönlünden al, kalbinden al, kalbinden al” buyuruyor.
Yüce Allah doğrunun ve yanlışın bilgisini insanın kalbine
ilham etmiştir. Yeter ki imanla, İslami ilimlerle fıtratına dönsün…
“Ve onlara hayırlı işleri vahyettik.” (Enbiya / 73)
“Nefse ve onu şekillendirene, ona isyanını ve itaatini ilham edene
andolsun.” (Şems / 7-8)
27 Nisan 2018 20:15