Artık anne olmuştu…
Şimdi o yavrusuna empati yapmalıydı,
hem de bir ömür boyu… Yaşadığı süreçleri göz önünde bulundurarak davranmalıydı…
Çocukluk yıllarını hatırına getirdiğinde; hissesine ne kadar
da çok azarlanmanın düştüğü geldi aklına…
Önce hatasından dolayı suçlanmak, daha sonra bir mahkeme
havasında hesaba çekilmek… Ne de çok suçlandığı durumla karşı karşıya kalmıştı.
Hâlbuki elinden düşen bardağın kırılması, suyun halıya
dökülmesi, elinden yemek dolu tabağın kayması gibi şeylerdi onun hataları…
Ah bir anlayabilseydi annesi;
Ağızdan çıkan azarlayıcı sözlerin, yaydan fırlayan bir ok
gibi yüreğinin en hassas bölgelerine saplandığını…
Saplanan her okun şahsiyetinde ne yaralar açtığını…
Her bir yaranın kapanabilmesi için şefkatli bir pansumana
ihtiyacı olduğunu…
Her suçlandığı şeyin kendisine bir damga misali yapıştığını…
Yapıştığı gibi kolay çıkmayan hisler doğurduğunu…
İçinde doğan bu hislerin; her hata yaptığında suçlanmasa dahi
kendi kendisini suçlanmış, damgalanmış, ötekileştirilmiş gibi düşünmesine yol
açtığını…
Azarlanmanın, suçlanmanın insan hayatında bu kadar ağır
bedellerinin olduğunu bir bilebilseydi… Yapar mıydı hiç? Ne yapmışsa evladının
iyiliği için yapmıştı!
Her “Anne” diye seslendiğinde “Bu kez beni dinleyecek”
ümidiyle kalp atışlarının ne kadar da hızlandığını…
“Ne söyleyeceksen çabuk bitir, seni daha fazla
dinleyemeyeceğim” dercesine dönen sert bakışların umutlarını nasıl çaldığını…
Evladının kalbine, sözü dinlenmeye değer bir varlık olmadığı
hislerini bir tohum gibi ektiğini…
Gün gelip o tohumun büyüyerek dikenli bir ağaca dönüştüğünü…
Dallanıp budaklandıkça değersizlik hislerini de
kökleştirdiğini…
Ve gürleştikçe içinde cesarete, güvene alan bırakmadığını bir
anlayabilseydi!
Yaptığı işlerin güzel yanlarını dile getirilmek yerine, hep
hatalı, eksik olan kısmını konuşmasının; içinde başarısızlık duygularını ne
kadar da beslediğini…
“Aferin, çok güzel yapmış benim yavrum” sözünü duyamamanın,
hayatından girişimciliği çaldığını ve yerine kararsızlık, endişe ve kaygı
yüklediğini…
Bu duygularla sağlam adımlar atamayacak kadar topalladığını…
Hayata sağlam adımlar atmanın yolunun, güzellikleri
yontulmayan bir şahsiyetle mümkün olabileceğini bir anlayabilseydi!
Bir evlat için annesinin onu anlamasının; doyurmasından,
giydirmesinden çok daha kıymetli olduğunu…
Ana şefkatinin bir evlat için ömür boyu en emin sığınak
olduğunu ve ne büyük bir kuvvet olduğunu bir bilseydi;
Yüreğinde “şımarır, yoldan çıkar” korkusuyla sakladığı o
şefkat elini, evladının kalbinden esirger miydi hiç?
Belki de saçlarına “şefkatinin ellerinden” bir tarak yapıp
okşar gibi tarardı. Bir gün o saçların ne yükler altında ağaracağını aklına
getirirdi. Böylece şefkat, hayatın çileli yükünü taşımada ona yoldaş olurdu.
Annesini de bu hale getiren sebepler vardı elbet. Onun da
empatiye ihtiyacı vardı. Her şeye rağmen anaydı. Artık elleri kırışmış,
saçlarına ak düşmüştü… Muhtaçtı… Hem de küçük bir çocuk gibi sevgiye, ilgiye,
şefkate ardına kadar kalp kapılarını açmıştı.
Dinlenilmeye, anlaşılmaya, ata olarak görülüp sayılmaya,
ellerinin tutulup bağrına basılmasına ihtiyacı vardı.
Anaydı o… Anneliği aştan, ekmekten bilmiş, öyle anlamış olsa
da yerini hiç kimsenin dolduramayacağı, elleri evlatları için gözyaşlarıyla
duada olan bir anaydı.
Şimdi empati yapmalıydı! Hem anasına hem de kucağındaki
yavrusuna…
Empati yapmak rahmet etmekti…
Karşısındakinin bir insan olduğunu kabul etmek…
Kusursuzluk arayışında olmamak ve dayatmacılıktan kaçınmaktı…
Empati bu bağlamda insanı eğitmenin ve düzeltmenin belki de
tek yoluydu…
28 Nisan 2018 20:13