Evlilik, nikâhla beraber kurulan;
imandan sonra ahirette devam edecek olan tek bağdır. Üstelik ham maddesi
muhabbet, sevgi ve şefkatten oluşan bir bağ…
Peki, nikâhlanarak sahip olduğumuz bu bağın ne kadar farkındayız?
Yani olmayınca boşluğunu hissettiğimiz, sıkıldığımız, yolunu
gözlediğimiz eşimizle birbirimize bağlandığımız bağ için “Pörsüyünce hemen tamir edeyim ki; inceldiği yerden kopmasın”diye ne kadar
çabalıyoruz?
Yoksa her anlaşmazlıkta “İnceldiği yerden kopsun artık, ben
bununla yapamıyorum” mu diyoruz? Böyle söyleyenlerin büyük bir kısmı
söylediklerinde hiç de samimi değildirler. Böyle laflar ettiği halde birkaç ay
eşinden ayrı kalıp yalnızlık çeken ve onun boşluğunu hisseden kişi, eşinin
kendisi için ne kadar kıymetli bir nimet olduğunu defalarca içinden tekrar
edecektir.
Peki, fark etmek için ayrılmak, eksiklik duygusu hissetmek mi
gereklidir? Nimetten nasiplenmek için yoksun kalmak mı gereklidir? Eksikleri
tamamlamak, kusurları affetmek, açıkları kapatmak, perdeleri örtmek, yaralara
merhem olmak için yaralanmak mı gereklidir? Sevgiyi belli etmek için sevilmeye
acıkmak; anlamak için kaybetmek mi gereklidir?
Erkekler rahatlayacağı, hanımının kendisine hizmet edeceği ve
çocuklarını öpüp koklayacağı evine kavuşma duygularıyla işlerinden evlerine
doğru yol alırlar. Daha yoldayken muhabbet başlar ve evde yapılan yemek
sorulur. Çocuklar eline telefonu alıp babadan bir takım isteklerde bulunduğunda,
kendisini özlediğini ve sevdiğini söylediğinde artık akıl da işle alakalı
düşüncelerden sıyrılıp eve doğru yol almaya başlar. Evi gibisi yoktur. Varıp o
minicik ağzıyla babadan isteklerde bulunan çocuk sevilecek ve kafa
dinlenecektir.
Fakat birçok erkeğin yoldaki o huzuru, sevinci evin
kapısından girdikten birkaç dakika sonra sona erer. Yoldayken aklı evde olan
erkek iki dk. çocuklarını sevdikten sonra aklını başka yerlere kaptırıverir.
Hanımı ve çocuklarıyla birlikte olduğu anın tadını çıkartmaya çalışmaz. Hatta
onlar görüntü ve sesleriyle kendisine rahatsızlık vermeye başlamıştır bile...
“Keşke başka odaya geçseler de sosyal medyayı/gündemi sakin sakin takip etsem”
diye bir elinde cep telefonuyla internette, diğer elinde kumandayla
televizyonda gezintiye çıkar. Arkadaşlarının sosyal medyadaki paylaşımlarına
cevap yetiştirmekten, beğenmekten artık beyni yorulmuş, gözü kızarmış,
rahatlayacağı evinde daha fazla stres yüklenmiştir. Hele evdekilerin konuşma,
paylaşma arzularını sert bir şekilde geri çevirip; her defasında yorgunluğunu
bahane etmesi ortamı iyiden iyiye germiştir.
Hadi işten yorgun gelen bir erkeğin biraz soluklanması,
dinlenmesi, sükûna ermesi için; mümkünse ses ortamının olmaması, soru
sorulmaması, eksik ve yanlışları konuşmanın ertelenmesinin gerektiğini devamlı
hanım kardeşlerimize vurguluyoruz. İlk bir saat boyunca mümkünse eşlerinizin
dinlenmesi için onları sohbet etmeye zorlamayın, diyoruz. Peki ya ondan sonraki
saatler? Erkek ailesiyle sohbet etmeyi ne zaman gerekli görüp; dünyanın en
saadetli işi olarak kabul edecek?
Babasının kendisini fark etmesini bekleyen, birçok fikrini
paylaşmayı kendisi için şeref sayan, önemsendiği ve değer verildiği
düşünceleriyle şarj olan; böylece toplumda şahsiyetli, şecaatli olacak olan
çocukların beklentileri ne olacak?
Ya kadınların eşleri tarafından fark edilme istekleri? Birçok
hanım kardeşimiz kocasının kendisini fark etmediğini söylüyor. Onunla sohbet
etmek için ilgisini çeken alanlarda konuştuğu halde kocasının onu duymadığını,
görmediğini belirtiyor. Muhabbetin olmadığı aile yıpranmaya mahkûmdur.
Hanımını kaybeden veya boşanan erkekler mutlaka çevrenizde
vardır. En kısa zamanda evlenmek isterler. Çünkü bir erkeğin ihtiyaç duyduğu
aslında hanımındaki anne şefkatidir. Erkekler bebeklikten ölünceye kadar anne
şefkatine; şefkatten gelen nezaket, incelik, ilgi, düşünme, hizmet gibi
davranışlara ihtiyaç duyarlar. Evlendiklerinde hanımları onlara içlerine
verilen bu duygularla aslında annelik de yapar (tabi fıtratı bozulmamışsa)…
Erkekler evlenerek hanımlarındaki bu şefkate sığınırlar. Modern psikoloji bu
şefkat isteğini “İçinizdeki çocuk” diye tarif eder. Bir kadının tebessümü bile
kocasının ve çocuklarının ruhunu okşayan bir sığınak olur.
Kız çocukları da Allah’ın kendilerine verdiği şefkatle babalarına
daha yakın, daha merhametlidirler. Babalarına annelik yaparlar. Zayıflık ve
acizlikleri onların babalarını bir sığınak, bir kale gibi görmelerini sağlar.
Annelerinin ihmal ettiği yönlerden babalarına hizmet ederler. Küçük
yaşlardayken babasının her işine koştuğu ve onu bir anne gibi sahiplenip
yaralarını sardığı için de Peygamber Efendimiz (SAV) Hz. Fatıma’ya “Ümmü Ebiha”
yani ‘babasının annesi’ demiştir. Babalar o yüzden yaşlandıklarında en fazla
kız çocuklarından razı olduklarını söylerler.
Peki, erkekler hanımlarına ve kız çocuklarına Allah
tarafından kendileri için yüklenen bu şefkat hazinesinin farkında mıdırlar? Ya
kocalarına dert anlatmak, onların ailesini kötülemek için fırsat kollayan,
takıntılarından dolayı çocuklarını horlayan kadınlar, anneliğin ve kadınlığın
kendilerine verdiği yükümlülüğün ve sahip çıkmaları gereken makamın farkında
mıdırlar?
İlla fark etmek, önemsemek, güzel vakit geçirmek, iki çift
konuşmak için ayrı kalmak veya yaşlanmak mı gereklidir? Kırılmaya mahkûm cam
şişeler hükmünde olan gereksiz şeylerin güneş altındaki parıltısına kanıp da
ruhumuzu kaptırmaktan ne zaman vazgeçip; elmas hükmünde olan eşimize ve
çocuklarımıza gereken değeri vereceğiz? Onlarla içinde bulunduğumuz anı doya
doya şimdi yaşamaz isek ne zaman yaşayacağız?
Ruhu, aklı geçmişin veya geleceğin kaygılarına takılı
bırakmak da (bir saat öncesi veya sonrası bile olsa) şimdiyi yaşayamamanın
önünde en büyük engeldir. Mutluluğun önüne geçen bu engellerin etkisinden
mutlaka kurtulmak gereklidir.
Bu durumun fazlaca olması ruhun hastalanmasıdır. Bu hastalığa
en fazla kadınlar yakalanırlar. Kafasında dün kocasının veya bir başkasının
yaptığı hareketler, söylediği sözler dolaşan kadın okuldan eve gelen çocuğunu
görmezden gelir. Çocuğunun yaptığı her davranıştan rahatsız olur, ilgilenmemek,
dinlememek için bağırıp çağırır ve diğer odaya ders çalışmaya yollar. Çünkü o
sorunludur. Beyninde dolaşan takıntılar onun tüm bedenini işgal etmiştir.
Hiçbir şeyin tadı kalmamıştır. Çocuklarının en çok kendisine ihtiyacı olduğu
dönemleri onlarla doya doya geçirmez. Sofra anı bile bir işkencedir.
“Yemeklerini çabuk yeseler de artık toplasam” diye çocuklara baskı yapar.
Hazmedemiyordur kendisine yapılanları, hak etmemiştir. Bunca iyiliğe karşı,
alttan almaya karşı o sözler söylenmemeli, o tavırlar sergilenmemelidir. İşte
bu derece takıntılar anormaldir; kalbi bir hastalıktır. Kadere yeterince teslim
olamamaktır.
Âlimler “Kadere iman eden kederden emin olur” demişlerdir. Bizler
şu dünya hayatında birer imtihandayız. Tıpkı Yunus Emre’nin “Derman aradım
derdime; derdim bana derman imiş” dediği gibi acılar, olumsuzluklar bizlere
birer ilaçtır. Peki dert dermansa niye birçok insan derdinden dolayı
mutsuzlaşıyor, psikolojisi bozuluyor, ruh hastanelerinde yatıyor?
Dert dermandır, fakat derdi kafaya takıp; kabullenememek kişiyi
hasta eder. Ruhunu yaralar, kederli bir insan haline getirir, uykuları kaçırır.
Fakat kadere, hayır ve şerrin Allah’tan geldiğine dair imanını tazeleyen insan
imtihanını kabullenip teslim olur. İmtihanı onu kömürün içinden çıkan elmas
gibi değerli kılar, onurlandırır.
İnsanın aklını geleceğin kaygılarına kaptırması da içinde
bulunduğu anın tadını kaçırır. Mesela namazdayken, biraz sonra yapacağı yemeğin
kaygısını gütmek; yemek pişirirken, eşinin her an zili çalacağına odaklanmak;
çocuk konuşurken yarın gelecek misafirlerin kaygısını gütmek, sohbet
ortamındayken gözü saate dikip eve yetişmenin derdini gütmek gibi. İnsanın aklı
geçmiş veya gelecekte olduğu zaman içinde bulunduğu hal ona eziyet verir,
tadını çıkartamaz. Zevki kaçan işin verimi olmaz, kişiyi hazza erdirmez,
ustalaştırmaz. Mutluluk devamlı ertelenir, geçen gün bir daha geri gelmez.
Aslında mutluluk; hangi hal üzereysek, hangi şartlarda yaşıyorsak;
gözümüzün önündeki nimetlerin farkında olmak, o nimetten doya doya nasiplenmek,
hayat şartlarımız ve imtihanımız ne ise onu kabullenmek, barışmaktır.
Mutluluk birbirimizden yana imtihan edildiğimizin farkında
olmak, olanla mutlu olup; olmayanın ardına düşmemektir. Olana sevinmek,
olmayandan dolayı kederlenmemektir. Hakkına razı olup; beklentilere esir
olmamaktır. Sevmek, ama belirtmek, davranışa dökmektir. Aklımızla şuan içinde
bulunduğumuz yerde olmak, başka yerde bulunma arzusuyla hayıflanmamak, başka
yerde bulunanlara özenmemektir. Şikâyetçi, kavgalı ve çatışmalı olmamaktır.
“Keşke”leri elin tersiyle iteklemektir. “Keşke” demek başına
gelenlerden daha farklı bir durumu istemek, bundan dolayı hayıflanmak, sıkıntı
etmektir. Kadere teslimiyetin ise tam zıddıdır. “Keşke” diyenin sonu
psikiyatridir.
“Sizden birinizin başına bir bela geldiğinde ‘Keşke’ demesin”
diyen bir Peygamberin ümmeti olma bilinciyle hareket etmemiz dileğiyle…
07 Mayıs 2018 14:01