Sosyal Medyada Kendini Arayan Gençlik

 

08 Mayıs 2018 18:45
Sosyal Medyada Kendini Arayan Gençlik





  Bir yandan eğitim sisteminin elinde
yontulan, yozlaştırılan, insani değerleri törpülenen; diğer yandan TV ve kitle
İletişim araçları tarafından dört bir yandan manevi günahların saldırısına
uğrayan; çırpınan, bocalayan, bunalan, kendini arayan bir gençlik… 

Tam ergenlik acılarıyla tanıştığı bir esnada; masum
duygularını, gençliğini, hayallerini, hedeflerini, şahsiyetini çalmaya gelen
hırsızların niyetini bilemediğinden bir misafir karşılar gibi kendi dünyasına
buyur eden; şahsiyet hırsızlarının niyetini kavrasa dahi giriş yollarına
barikat öremeyecek kadar şaşırtılmaya, uyutulmaya çalışılan bir gençlik… 

Bilgisayar oyunlarıyla damarlarına merhametsizlik ve şiddet
aşılanmaya çalışılan; vicdanının sesiyle, kalbini işgal edenlerin vesveseleri
arasında doğruyu bulmak için çırpınan bir gençlik…

Yaşadığı çağın aydın geçinenleri tarafından tanınamamış,
tanımlanamamış; bunca taarruzun ortasında uzatılmış ergenlik yaşadığı için bir
türlü büyüyemeyen… Kendisini hep içindeki çocuğun isteklerine adaması
gerektiğine inandırılan… Sınırlarını yıkmaya zorlandıkça sınırsızlığın
boşluğunda yuvarlanan; yuvarlandıkça beynindeki sarsıntıları tarif etmeye
çalışırken hiç kimsenin kendisini anlamadığından yakınan, değersizlik
duygularına kapılan bir gençlik… 

Ailesinden kopartılmaya ve mensubiyet duygusu çalınmaya
çalışılan; bu duygularını futbol, müzik, estetik ve şehvet putlarına kurban
etmeye çalışan sistemin karşısında direnme gücü zayıflatılan bir gençlik… 

Ağzında sakız varmış gibi konuşmanın, yaka paça giyinmenin,
biri üflese düşecek kadar aciz yürümenin, şarkı düzeyinde düşünmenin, geyik
muhabbeti yapmanın, ritimle oturup ritimle kalkmanın bir değer olarak görüldüğü
dünyada yaşayan bu gençlik, beli kırılmadan nasıl ayakta duracak? Kim tutacak
onu yaşlanmasın, yıkılmasın diye elinden? 

Kalbine kır düştüğü için büyümeden yaşlanma girdabına
yakalanan, duyguları tahrip edildikçe kalbi ağlayan, gözleriyle ağlamayı
isteyip de ağlayamayan gençliğin yüreğinden akan yürek yaşını kim eline bir
mendil alıp da silecek? 

Kendisine acımayan bir dünya düzeninin karşısında kim
acıyacak, merhamet edecek, kötülerin ve kötülüklerin ağına düşmekten koruyacak?
Köşeye sıkıştırmadan, sorgulamadan, incitmeden savaş meydanından sağ selim
çıkması için elinden sımsıkı kavrayıp tutacak? Her an yara alan ruhuna bir
doktor edasıyla an be an merhem sürüp derman olacak? Yüreğine bulaşan kirleri
merhametli sözleriyle temizleyecek? 

Yoksa bunca taarruzun ortasında her inatlaştığında,
sorumluluktan kaçmaya çalıştığında, zorluk ve sıkıntıları şikâyetle karşıladığında;
sözleriyle ilaç olması gerekirken anlık gafletlerine mahkûm eden; 

“Sen zaten hep kolaya kaçarsın!” “Aynı küçük bir bebek gibi
davranıp sürekli sorumluluklarından kaçıyorsun!” “Sen geri zekâlı ahmağın
birisin!” “Zaten şikâyetten başka bir şey bilmezsin ki!” “Bir gün olsun bir
sıkıntıya katlandığını görmedim!” gibi sözleri bir mızrak gibi sürekli yüreğine
saplayan, yargılayan, eleştiren, damgalayan ve daha sonra onlardan gelen öfke
patlamalarını kendine konduramayan biz anne-babalar mı? 

Aslında tam da Allah Resulü (SAV)’nün 1400 yıl önce yaptığı
bir tarifin üzerinde duruyoruz. Allah’ın Resulü (SAV) “Çocuk reyhandır! Yedi
sene koklarsınız, bir yedi sene de onlar size hizmet eder. Ondan sonra ya dost
olur ya da düşman” buyurmuştur. 

Yüce Rabbimiz insanı en güzel surette yaratmış ve kendi
ruhundan üflemiştir. Çocuk ilk yedi sene aile tarafından sevilir, koklanır,
hataları affedilir, görmezden gelinir. Sonraki yedi sene de annenin adeta
yardımcısıdır. Bakkala gitmekten, evdeki işlere yardım etmekten gocunmaz. Fakat
ergenlik dönemine geçiş olan on dört yaşına adım atınca işler değişir.
Ergenliğin getirdiği değişimlerin oluşturduğu karmaşa ile bunca bozucu
müdahalenin ve teknolojinin yaydığı zehrin taarruzu altında; ailesinin
kendisiyle doğru bir iletişim kuramadığı gençler, aileyle çatışmalı ve onlara
karşı kapalı hale gelir. Anlaşılmadıkları, sevilmedikleri, dışlandıkları
düşüncelerini taşıdıklarından; aile ne kadar maddi imkân tanırsa tanısın
onlarla geçinemezler ve doyumsuz bir kişiliğe bürünürler. 

Çünkü gençlerin asıl ihtiyacı olan şey aslında kendilerini
yargılamadan, eleştirmeden, azarlamadan kafasındakileri paylaşabilecekleri, her
ne olursa olsun saygın bir insanı dinler gibi kendilerini dinleyebilecekleri,
sorunlarını paylaşabilecekleri, takıntılarını anlattıklarında saçmalık olarak
değerlendirmek yerine teselli edecek, sözleriyle bunaltmak yerine rahatlatacak
anne-babalarıdır. 

Beklediklerini ailelerden bulamayan gençler maalesef sosyal
medyanın ağına takılıyor. Etraflarındakilerle yüz yüze iletişim kurmak yerine;
gerek sosyal medyada gerekse cep telefonlarında devamlı yazmayı tercih
ediyorlar. Ailesinin kendisiyle sağlıklı iletişim kuramadığı gençlerde bu durum
hastalık derecesine ulaşmış bir halde. O yalancı dünyada fikirlerini, resim ve
videoları paylaştıkça önemsendiklerini düşünüyorlar. Böylece gerçek yaşamla
bağları zayıfladıkça ruhsal dirençleri de zayıflıyor ve psikolojik sorunların
pençesine düşüyorlar. 

Çünkü gençlerin konuşma ve kendini ifade etme ihtiyacı yüz
yüze ve ancak aile içinde karşılanabilir. 

Peki, bu kadar pislik yayan sosyal medya İslami şahsiyetler
tarafından kullanılmamalı mıdır? 

İslami çalışmaları ve bulunduğu konum dolayısıyla daha fazla
kitlelere ulaşmak ve karartmaların yapıldığı bu dönemde bilgiyi doğru ve en uygun
bir şekilde vermek zorunda olan İslami şahsiyetlerin dışında; hiçbir Müslüman
sırf vakit geçirmek, boş ve gereksiz muhabbet etmek için veya sırf yorum yapmış
olmak için sosyal medyayı kullanmamalıdır. 

Çünkü bu hem vakit israfıdır, hem de sosyal medya ağları
sataşmaların arasında kalınca ayarların bozulabildiği, İslami kimliğe
yakışmayan sözlerin sarf edilebildiği bir alandır. Üstelik bir gencin
paylaştığı bir takım görüşler içinde bulunduğu yapıyı da bağladığından;
kendisini küçük düşürdüğü gibi içinde bulunduğu İslami yapıyı da küçük
düşürecektir. 

Birçok Müslüman, sosyal paylaşım sitelerinde içinde bulunduğu
yapının amblemini kullanarak maalesef paylaştığı şahsi fikirlerinden dolayı
yapısını küçük düşürüyor. Acaba içinde bulunduğu yapı kendisiyle her konuda
aynı fikirde midir? Aynı bilgi, bakış açısı ve potansiyele mi sahiptir? Bu
durum çok büyük bir vebaldir. Sosyal medya kullanıcılarının fikirleri
kendilerini bağladığı için üyesi oldukları hiçbir derneğin, kurumun, oluşumun
ve partinin amblemini asla kullanmamalıdırlar. 

Üstelik bir Müslümanın gereksiz yere sosyal medyayı
kullanmaması İslam’ın ve Müslümanların faydasına olacaktır. Kullanması gereken
kimseler de ayarlı, İslam düşmanlarının ekmeğine yağ sürmeyecek, Müslümanlar
arasındaki tefrika ateşine odun taşımayacak şekilde kullanmaya dikkat
etmelidir. Aksi taktirde birçok kazanım ve diyalogların kaybına sebep
olabilecek ve yine İslam alemi arasındaki fitne ateşine bir odun da kendisi
atmış olacaktır. Yapılan her sivri çıkış İslami yapıyı yıpratacaktır. Farklı
mezhep ve yapılarda olan Müslümanlar her ne sebeple olursa olsun Sosyal Medya
üzerinden eleştirilmemelidir. Birileri nezaketi elden bıraksa dahi şahsiyet
sahibi bir Müslümanın hakaret yağdırması, ağzını bozması İslam’a ve Müslümana
vereceği en büyük zararlardan biridir. 

Konumuz olan gençlerin gereksiz yere ve haddinden fazla
sosyal medya ağlarına takılması konusuna yeniden dönecek olursak; 

Anlaşılmadığını düşünen ve bu nedenden dolayı ruh dünyasında
yıkım hissi oluşan gençler; çevresindeki insanlarla kurulan ilişkiler ağının
dışında kalıyorlar. Böylece dış dünyaya kapalı, kendilerini anlatmak zorunda
olmadıkları ve anlattıklarındaysa kendileriyle yüzleşmek zorunda kalmadıkları
ilişki ağları aramaya başlıyorlar. 

İşte sosyal medya ağına kendisini kaptıran gençler; kendi
sayfalarında verdikleri pozlarla, paylaşımlarla kendilerini ispatlamaya
çalışıyorlar. Değerli ve kayda değer bir insan olduklarını kanıtlamaya
çalışıyorlar. Paylaşımları beğenildikçe o sanal dünyada değer görüldükleri
inancını yenileyip; daha fazla bağlanıyorlar. 

Gençler kendi kişiliklerini yansıtmadıklarından (çünkü yüz
yüze olmayan bir iletişimde kişilik asla tam olarak yansıtılamaz); kendi
kendilerini yansıtmak istedikleri gibi yansıtmaya başlıyorlar. Yalancı
ilişkiler, yalancı kişilikler ağı haline geliyor. 

Yine sosyal medya ağı kişinin kendi kendisiyle yüzleşmek
zorunda kalmadığı bir alanda var olma çabasıdır. Üstelik bedelsiz arkadaşlıklar
için de en uygun ilişki biçimidir. Bu ağa takılan gençler gün geçtikçe toplumda
daha fazla yalnızlaşıyor, duyguları daha fazla tahrip oluyor. 

Peki, bu gençleri sosyal medya ağlarının, uzun uzun cep telefonu
konuşmalarının, mesajlaşmaların, bilgisayar oyunlarının arasından nasıl çekip
kurtaracağız? 

Bizler bazen gereksiz meselelere kafa yorduk da; birbirimizin
ve evlatlarımızın “kalp ve ruh dünyasını doyurmayı” bunca manevi saldırının
arasında kaldıkları halde gözümüzde küçük bir meseleymiş gibi görüp, bedelini
hesap etmeden ihmal eder hale geldik. 

Ergenliğin getirdiği bunalımla karmaşa yaşayan gençlerimizin
ve ailemizin diğer fertlerinin konuşma, paylaşma, kendisini ifade etme gibi
isteklerini gerçekleştirmelerine yardımcı olup; kalp ve ruh dünyalarını
sakinleştirmeli, onlarla rahatlatacak bir şekilde konuşmalıyız. Aksi taktirde onları
bastırıp, susturup, azarlayarak yalnızlaştırmış; kötü arkadaşların ve zehir
kusan teknolojinin kölesi olmalarına zemin hazırlamış oluruz. 

Peki, tüm aile fertleriyle ve özelde gençlerle iletişimde nelere
dikkat etmeliyiz? 

1- Ailemizin hiçbir ferdine karşı yargılayıcı, eleştirici,
damgalayıcı sözler (yukarıda ifade ettiğimiz gibi sözler) söylememeliyiz. Bu
sözler kişide itilmişlik duygularının oluşmasına neden olur. Bu tür ifadeleri
kullanmayı alışkanlık haline getiren ailelerde çocuklar ve gençler kendilerini
haksızlığa uğramış ve çaresiz hisseder. Tepkilerini çok ağır ve öfkeyle karışık
gösterirler. Özellikle damgalamanın (bir yanlışıyla tanımlama, sürekli o
yanlışıyla gündeme getirme), çocukların ve gençlerin ruhuna verdiği zarar çok
büyüktür. Kim sürekli bir yanlışıyla gündeme gelmek ve onunla tanımlanmak ve o
yanlışa mahkûm olmayı ister ki? İnsanın içini acıtan bu davranışı birbirimize
göstermemeliyiz. 

2- Birbirimizi sorularla sıkıştırılmamalı, tecessüs
yapmamalı ve suizanda bulunmamalıyız. 

“Neden sen öyle yaptın, peki ya o sana ne söyledi?” “Yine
kalın giyinmedin değil mi, o yüzden hastalandın?” “Neden doğru düzgün oyun
oynamayı beceremiyorsun?” “Kardeşine bakmadın değil mi, ondan düştü,
beceriksiz?” 

Bu tür soru sorma şekillerinde sıkıştırma ve önyargı
hâkimdir. Özellikle ailesine bir şeyler anlatırken bu tip sorularla karşılaşan
çocuklar ve gençler endişeye kapılırlar. Anlattıklarına anlatacaklarına pişman
olurlar. “Başımdan geçen bir şeyi paylaşayım” derken köşeye
sıkıştırıldıklarından endişeye kapılıp, savunmaya geçebilir, hatta yalan dahi
söyleyebilirler. Böylece bağlar kopar, kişi kendi iç dünyasıyla ve ailesiyle
kavgalı hale gelir. 

3- Konuşulanlarda veya davranışlarda art niyet aramamalı,
tahlil edip; tanı koymamalıyız. 

“Aslında ben senin ne demeye çalıştığını iyi anladın.” “Senin
neden böyle yaptığını ben çok iyi biliyorum.” “Aslında senin derdin başka,
kavga çıkartmak istiyorsun.” “Tüm bunları beni sinirlendirmek için yapıyorsun”
gibi söylemler çocuklarda ve gençlerde aileleri tarafından hiçbir zaman
anlaşılmadıkları ve anlaşılamayacakları düşüncelerini doğurur. Ailesi
tarafından sürekli art niyet aranan bireyler kişilik bozuklukları ve
dengesizlikler yaşarlar. Kendisine olan saygılarını yitirdikleri için
özgüvenlerini kaybederler. 

4- Aile bireyleri bir sorun veya sıkıntılarını paylaştıklarında
daha ne anlattıklarını tam olarak dinlemeden ve anlamaya çalışmadan “Aldırma,
boş ver” “Üzülme, olur böyle şeyler” “Başka şeylerden bahsedelim, aldırma
geçer” gibi teselli edici sözler kullanmak onların içinde bulunduğu durumu
anlamayıp geçiştirdiğimiz manasına gelir. Teselli etmeye başlamadan önce
duyduğumuzu, anladığımızı ifade etmeli ve yol göstererek teselli vermeye
çalışmalıyız. 

Sözleri tam olarak duyulup anlaşılmadan teselli edilmeye çalışılan
kişi önemsenmemiş veya tam olarak dinlenilmemiş olmaktan dolayı kızgınlık
duyar. Dinlenilmeden verilen teselli mesajları, konuşan kişide sorunun
küçümsendiği duygusu da oluşturabilir. 

Dinlemek ve konuşmak iletişimin en temel iki öğesidir. Bunlar
uygun zamanlamayla kullanıldığında hem konuştuğumuz kişiyi anlarız, hem de
kendimizi doğru ifade ederiz. Doğru iletişim yöntemlerini bilmek kendimizi
doğru ifade etmede önemli bir kriterdir. 

Acaba hangimizin gören bir bakışa, duyan bir kulağa ihtiyacı yoktur
ki? Onun için iyi bir dinleyici olup olmadığımızı tahlil etmekle işe
başlayabiliriz. Kendimizi konuştuğumuzda rahat hissettiğimiz ve bir sorun
olduğunda geçiştirmek yerine bizi anladığını düşündüğümüz kişiyi gözümüzün
önüne bir getirelim. Onun hangi özelliği bizi rahatlatıyor? Bizi anladığını
hangi ifadelerinden anlıyoruz? İyi bir dinleyici olması, anlamaya çalışması,
sorularla köşeye sıkıştırmaması, “ama” larla devam etmemesi değil mi? O halde
bizler de öncelikle evimizin içindekileri rahatlatacak şekilde konuşmayı
öğrenerek ve eğer ilişkilere zarar veren davranışlarımız varsa onları tamir
etmeye çalışmakla işe başlayalım inşallah. 

  



Yorumlar
Adınız
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.