Beslenme, insan sağlığı açısından oldukça önemli bir aktivitedir. İnsan
vücudu fizyolojik olarak, sağlıklı bir şekilde hayatını sürdürmek üzere
programlanmıştır. Bunu da, beslenmeyle sağladığı enerji aracılığıyla yapar.
Vücudun asit-alkali dengesi üzerinde beslenmenin çok önemli etkileri vardır.
Metabolizma olarak tanımlanan süreçlerde, besinlerden hücresel düzeyde
kullanılabilecek enerji ve besleyici maddelerin elde edilmesi temel basamağı
teşkil eder. Bu sebeple ne yediğimiz, ne içtiğimiz, nasıl yediğimiz ve ne zaman
yediğimiz, metabolizmanın dengesini sağlamak ve sağlıklı bir hayat yaşamak için
oldukça önemlidir.
İnsanlığın gelişme evrelerine ve toplumların beslenme alışkanlıklarına
baktığımızda, beslenme tarzının gerek coğrafi özelliklere göre, gerekse
toplumsal kültüre göre şekillendiğini görmekteyiz. Bu süreçte, gelişen
toplumsal yaşama paralel artan refah düzeyine bağlı olarak beslenme, artık bir
ihtiyaç olmaktan çıkıp bir zevk aracı haline getirilmiştir. Bu konu özellikle
19. yüzyılda Fransa’da
belirgin şekilde ortaya çıkmıştır. Yemek ve gelişen toplumsal kültür arasındaki
ilişkiyi inceleme ve araştırmayı konu edinen “Gastronomi’’ terimi, bu anlamda
ilk defa 19. yüzyılda kullanılmıştır. Günümüzün ilerleyen teknolojisinin
katkısıyla ve endüstrileşmenin mutfaklara da yansımasıyla, gastronomide daha
çok yemeğin sunuluş biçimi, lezzeti ve görsel tasarımına ağırlık verilmiştir.
Burada yemeğin muhtevasının sağlıklı olup olmaması tamamen konunun dışındadır.
Hal böyle olunca, sadece lezzet ve görsel zevk odaklı bir beslenme, günümüzde
toplumları bir kasırga gibi saran birçok kronik hastalığın (diyabet, obezite,
kalp-damar hastalıkları, kanser vb.) da temelini hazırlamıştır.
Çağımızdaki hızlı iletişim, birçok konuda olduğu gibi beslenme kültürü ve
alışkanlıkları konusunda da toplumlar arasındaki kültürel farkları büyük ölçüde
ortadan kaldırmıştır.
Aslında günümüzdeki beslenme tarzı, öğün sayıları ve bir öğünde yenilen
yemeklerin sıralamasına bakıldığında, bunun çok öncelere dayanan bir tarihsel
süreci olduğunu görmekteyiz. Burada en etkin olan dönemin, yemeğin daha çok bir
şölen havasına büründüğü eski Yunan ve devamını oluşturan Roma kültürü olduğunu
kaynaklardan öğrenmekteyiz.Roma kültüründe beslenme ve yemek, zenginliği sergileyen
bir övünme aracı olarak ifade edilmekteydi. Bu sebeple, meyveler, kabuklu deniz
ürünleri, balık, kanatlı ve kırmızı etler, zeytinyağlılar, tahıllar ile zengin
bir muhtevada hazırlanan sofralarda ikramlar yapılır ve bunun hemen akabinde
“ikinci masalar’’ denilen bölüm başlardı. Bu kısımda tatlılarla beraber şarap
servisleri, pasta, şekerlemeler, peynir, kuru meyve ve kuru yemiş gibi çeşitler
ikram edilirdi. Beslenmenin zevk ve lezzet aracı olmada belirginleştiği
dönemlerde bile, özellikle Fransa’da, beslenmenin vücut fizyolojisi için ne
kadar önemli olduğu konusuna kafa yoranlar ve bu konuda eser verenler olmuştur.
18. yüzyılda Fransa’da yaşamış avukat ve politikacı Jean Anthelme Brillant Savarin
bu konularla ilgili yazdığı “Tat Fizyolojisi’’ ve “Bağırsak Fizyolojisi’’ adlı
eserleriyle adından söz ettirir. Bugün kısaca “Ne yersen o’sun” şeklinde
söylenen sözün ilk hali olan “Bana ne yediğini söyle, sana kim olduğunu
söyleyeyim’’ ifadesi yine bu kişiye aittir. Brillant Savarin, “Bir ulusun
kaderini yediği yemekler belirler” diyerek, aslında günümüzdeki beslenme ve
hastalıklar arasındaki ilişkiyi o dönemde veciz bir şekilde ifade etmiştir.
Batı dünyası ve batı tıbbı son dönemlerde yoğunlaşan araştırmalarla, birçok
hastalığın sadece lezzet odaklı ve görsel zevke dayalı bir beslenmeden
kaynaklandığını ortaya koymakta ve kıtaları saran birçok ciddi hastalığı
tecrübe ettikten sonra bu beslenmeden bir ölçüde vazgeçmeye çalışmaktadır.
Maalesef çoğu uygulamayı Batı’dan ithal ederek hayatına alan bir toplum olarak
bizim de ne yediğimize, nasıl yediğimize ve ne kadar fazla yediğimize ciddi
anlamda kafa yormamız gerekir. Bilinçsizce sofra donatma refleksini bir an önce
terk etmemiz ve çorbadan başlayıp meyve, tatlı ve kuruyemişe kadar en az 10-11
çeşidin aynı öğünde yendiği sofralardan kurtularak, artık hadiste ve sünnette
uygulanan sade yemek tarzına geçmemiz toplum olarak bizi daha sağlıklı hale
getirecektir. Aksi takdirde istatistiklerin de ciddi şekilde gösterdiği gibi
diyabet, obezite, hipertansiyon, kalp hastalıkları ve birçok kanser türünün çok
yüksek oranlarda arttığı hastalıklı nesiller yetiştireceğimize emin
olabilirsiniz…
31 Mayıs 2020 17:11