Mum da aydınlanmak ister, ister de
Ah ki şi’ra
Aydınlık arzulayan mum erimek zorunda…
Ekseriyetle
aşamıyor olduğumuz her sorunun altından, o sorunla yüzleşemiyor olduğumuz
gerçeği çıkıyor. Bilmem yanılıyor muyum? Aşamadık mı; üstüne gitmek, gayret
etmek yerine rafa kaldırmak, arka plana atmak, maziye gömmek daha kolayımıza
geliyor. Aşılamayan, gerçekleşmeyen sorun yahut arzu ve istek, yerini bir
sonraki soruna, arzu ve isteğe bırakıyor.
Bir
nevi ‘hazıra konmak’ deyimini hayatımıza düstur tayin etmiş, nereden gelip
nereye gittiği belli olmayan sorunların, arzuların sularında batıp batıp
çıkıyor, bilfiil nefes alabilmenin gayretini veriyoruz. Bu öyle kendi kendine
oluşmuş bir düşünce yapısı değil elbet. Bakınız; ‘Anı yaşa!’ ‘Derdi salla!’
‘Geleceğe bak!’ gibi, bir neslin sorumluluk bilincini yitirmesine, maddi ve
manevi tahtını en temelinden sarsmaya sebep olacak bu sözler, daha çok önceden
“Geliyorum!” dediler aslında. Tehlikeyi haber verdiler. Göremeyişimizin acısını
biz bugün, yitirilmiş değerlerimizle en süflî bir şekilde ödüyoruz; ödemeye de
devam edecek gibi duruyoruz.
Anın
güzelliğinden nasiplenmekten beri olalım, demiyorum elbet. Ama geçmişe mâdum,
geleceğe yokmuş muamelesi yapmak, içinde bulunduğumuz soruna göz kapamak,
arzuladıklarımızın gerçekleşmemesi ile bir sonrakine atlamak, teğet geçmek bizi
hiçbir zaman mutlu bireyler kılmayacak maalesef. Belki de yüzleşmemiz gereken
ilk sorunumuz da budur, ne dersiniz?
Bakalım… Arkaya
atılıp, yerine yenisi konan sorunu da aşamıyoruz. Yahut bir hedef belirlemeden
“İstiyorum ama olursa olur, olmazsa olmaz. Çok da umurumda değil!” diye aslında
bizi biz yapacak isteklerin yerine başkasını koyup, onunla tatmin olmaya
çalışmakla mutmain olmuyoruz. Yarım yamalak köşelere sıkıştırılmış,
tamamlanmayı bekleyen her ne varsa manevi bir ağırlık bırakıyor zihnimiz ve
bedenimizde. Bu durum, bilhassa genç nesil içerisinde toplumsal bir hastalığa
dönüştü neredeyse. Amaçsız insanlar, gayesiz bireyler, anlık mutluluklar arkada
bırakılanın ardından, yine ve yeniden tamamlanamamış olmasının verdiği
huzursuzluklar… Zarifoğlu’nun her şeyi özetler nitelikteki sözü:
“Ve giderek bütün gençleri saran bir gırgır furyası, bir
gevezelik, malayanilik, bir seviyesizlik…” Hepsi ama hepsi
sorumsuz, gayesiz, hedefsiz yaşantıların bireyler üzerindeki olumsuz
semereleri…
Yazılanlar
yoruma açık elbet. Lakin biz, ‘yaparım’ ile ‘yapıyorum’ arasındaki farkı
anlayamadığımız sürece, durduğumuz noktadan bir adım dahi ilerlemeden koşmaya
devam edeceğiz. Hakkımızı yemeyelim! İstemek, düşünmek, hayal kurmak noktasında
bizlerden iyisi yok. Zaten burada sorun da yok. Zira herkes her şeyi istiyor,
ama sorun o ki; kimse hiçbir şey yapmıyor. Herkes, hepimiz her şeyi
konuşuyoruz. Ama icraat, viraneye dönmüş bir el bekliyor. Bir yerlerde çark
yanlış işliyor. İstemekle elde etmek arasında hem uzun, hem de çok kısa bir yol
var. Kimine çöldür bu yol, kimine rüzgâr. Ne istediğimizle ne kadar
çabaladığımız arasındaki paralellik, bizi biz yapacak önemli etken, hiç
kuşkusuz…
Hâsılı, sorun
var mı? Dünyadasın ve bunun çaresi yok. Yani evet, küçük de olsa sorun illaki
var. Nasıl bir sorun olduğunun hiç önemi yok.
Arzu var mı?
Peki ya istek? İnsansın, İslam sınırları içerisinde elbette ki var, olmalı.
Bunun da ne olduğunun bir önemi yok. Yeter ki bunları teğet geçmeyelim. Yarım
bırakmayalım. Alnımızın akıyla, zihnimizin rahatlığıyla, benliğimizin
şahitliğinde her birini bileğimizle başaralım. Ki; bunun bir adı sorumluluk
bilinci, diğer adı hedefine ulaşmış ender insan olmaktır.
İnsan ne ile
vardır?
İnsan sorumluluklarıyla, hedefleriyle, amaç ve istekleriyle,
nihayetinde de bunları başarabilmesi ile vardır. O halde var olmak için, cehdi
yanına arkadaş, çalışmayı sırdaş bilip erimek zorundayız. Tıpkı aydınlığı
arzulayan mum gibi efendim; erimek zorundayız…
13 Haziran 2020 14:32