İnsan, içine
yerleştirilen nefis programı ile kendi varlığını sürdürme kabiliyetinde
yaratılmıştır. Yaratıcı, insanı aynı zamanda sosyal hayatın içinde olacak
biçimde tasarlamıştır.
Toplumdan
uzakta kalmak (örneğin ruhbanlık) tavsiye edilmemiş, sadece belli zaman
dilimlerinde, bir eğitim çalışması olarak kendi kendine kalmak uygun
görülmüştür. Bu duruma paralel olarak, insanlar arasında uygulanan ahlâkî
kurallar, en az bireysel ibadetler kadar önemli görülmüş ve ebedi saadete
götüren davranışlar olarak bildirilmiştir.
Birey,
toplumun bir ferdidir. Sadece kendi ihtiyaçlarına odaklanmak ve tüm enerjisini
onları gidermeye harcamak, insanın ilk evredeki, çocukluk dönemi davranış
biçimidir. Yetişkinliğe geçen insandan beklenen davranış ise olgunlaşarak
bireysellikten sıyrılması, kendi dışındaki dünya için de fayda sağlaması ve
özellikle konumuz açısından değerlendirildiğinde toplumun sağlığını muhafaza
eden bir bekçi olmasıdır.
Toplumun
varlığını sağlıkla sürdürebilmesi, bireyin topluma sunacağı katkı ile
mümkündür. Yaratıcısı, insan hayatını sağlıkla sürdürebilsin diye, ona nefsini
bahşettiği gibi toplumlar düzenini koruyabilsin diye de toplumun çekirdeğine,
insana diğerkâmlık duygusunu bahşetmiştir. Daha geniş ifade ile birey,
bulunduğu toplumun ihtiyacını tespit etme ve karşılama sorumluluğuna sahiptir.
Toplumun
ihtiyacının tespit edilmesi, o topluluğu oluşturan bireylerin ihtiyaçlarının
hissedilmesidir. O ihtiyaçların giderilmesi için vaziyet almak, sorumluluğun
yerine getirilmesidir. Bu anlamda bir sorumluluğun yerine getirilmesi, insanın
bu dünyadaki varlığını anlamlı kılması, topluma katma değer sunması demektir.
Bireyin
toplumla ilişkisi daireler halinde genişler. Bireyi merkeze koyduğumuzda, sıra
ile aile, komşu, akraba, arkadaş gibi daireler oluşur. Bu daireler en son tüm
insanlığı içine alacak kadar genişler. Düşündüğümüz bu şekilde her birey, kendi
ilişki dairesinin çekirdeğini oluşturmaktadır. Yani bir bakıma her insan,
toplumun kalbidir. Dolayısıyla halka halka içinde bulunduğu toplumun
/toplumların merkezinde olduğunu hisseden birey, toplumun diğer bir
birey(ler)inin ihtiyacını görmezden gelemez.
Yaratıcı
Rahman’dır.[1] Bu dünyada yarattığı her varlığın hayatını devam ettireceği
imkânları da muhakkak yaratmıştır. Bu mutlak gerçeğe rağmen insanlar, neden bir
başkasının yardımına muhtaç hale gelir sorusunun cevabı ise şu ayet-i kerimede
açığa çıkar. “Sizi yeryüzünün halifeleri/görevlileri yapan, size verdiği
şeylerde sizi imtihan etmek için kiminizi kiminizden derecelerle üstün kılan O’dur…”[2]
Bir imtihan
süreci olan bu dünyada, bazılarının imkânları diğer bazılarından daha üst
derecededir. Bu ilâhi kanun, bireylerin birbiri ile yardımlaşmasına zemin
hazırlamakta, böylece toplumun birliktelik bağını sağlamlaştırmaktadır. Nitekim
toplum bilimi, birbirine hiç ihtiyaç duymayan bireylerin oluşturacağı
toplumların, uzun vadede sağlıkla devam edemeyeceklerini kabul eder.
Yukarıdaki
ayet-i kerimenin işaret ettiği bir durum da bireyin kendisine bahşedilen
nimetlerle ilgili tefekkür halinde olması gerektiğidir. Tefekkür etmelidir ki
kendisinde ihtiyaç fazlası bulunan nimetlerin farkına varsın. Tefekkür
etmelidir ki bu fazlalığın çevresindeki hangi ihtiyacı gidermek üzere kendisine
emanet edildiğini fark etsin. Tefekkür etmelidir ki kardeşlik çarkında dişler
doğru yere yerleşsin. Kardeşlik çarkı düzenli işlesin ki hem dünya hem ahiret
yurdu mamur olsun.
Birey,
toplumunun hayatını idame sorumluluğunu yerine getirmezse; tıpkı nefsi olmayan
insanın yaşayamayacağı gibi, toplumlar da içten içe yok oluşa sürüklenir.
Bireyler, diğer bireylerin ihtiyacını görmezden gelirse; ebedî âlemde,
paylaşmadığı nimetlerin yükü altında hesap verir.
[1] Kur’an-ı Kerim, Fatiha Sûresi, 2
[2] Kur’an-ı
Kerim, En’am Sûresi, 165Zeynep Yaren
Çelikbilek
14 Haziran 2020 14:59