Hoşça
bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i
dîde-i ekvân olan âdemsin sen
Şeyh
Galib
Kimdir
insan? Kimilerine göre iki ayağı üzerinde yürüyen canlı, kimilerine göre
konuşan hayvan, kimilerine göre ise düşünen varlık... İnsan üzerine herkes
kendi meşrebi, bilgisi ve inancı ölçüsünde birtakım tanımlar yaptı ve yapmaya
devam ediyor. Bu sebeple insan, birbirinden farklı pek çok tarife konu oldu.
Ancak onu yaratan, efradını cami ağyarını mani şekilde ifade edebildi:
“Andolsun ki insanı en güzel şekilde yarattık. Sonra da onu aşağıların
aşağısına çevirdik.” (Tin, 95/4-5.) buyuran Rabb`imiz, yaratılışındaki en ulvi
ve en süfli şekilde tezahür eden özelliklerini nazara vererek insanı tarif
ediyor. Onun iyiliğin, doğruluğun, güzelliğin aynası olabildiği gibi, kötülüğü,
yanlışlığı ve çirkinliği de yansıtabilen bir fıtratta olduğunu vurguluyor. Tüm
iyi hasletler kadar kötülükleri de bünyesinde potansiyel olarak taşıyan insanın
önüne, onu kemale taşıyacak fırsatlar da aşağıların aşağısına düşürecek yollar
da koyuyor Cenab-ı Hak. İşte insanın hayat sınavı da bu hayati yol ayırımında
başlıyor.
İlk
insanın yaratılışı ve hayat serüveni, esasında yeryüzündeki tüm insanların
ortak kaderinin de hikâyesidir. Hani Rabb`imiz kâinatın en şerefli ve değerli
varlığı olarak insanı yarattığında melekler, insanın olumsuz potansiyeline
vurgu yaparak, yeryüzünde bozgunculuk çıkaracak ve kan dökecek birini mi halife
kılacağını sordular. Elhak melekler doğru söylemişlerdi ancak unuttukları bir
şey vardı ki Yüce Allah`ın ruhundan üfleyerek kudret eli ile yarattığı insan,
varlığına derç edilen bu ilahi nefhanın gereği melekleri bile aşacak bir kemal
ufkuna erişebilecek donanıma da sahipti.
Hz.
Mevlana da çok veciz anlatımında insanın zıtlıkları bir arada bulunduran
yaratılışına dikkat çeker ve şöyle der: “Hiç şüphe yoktur ki; âdemoğlu,
aşağının aşağısının aşağısı bir bedenle, yücenin yücesinin yücesi bir candan
meydana gelmiştir. Yüce Hak, en üstün kudretiyle bu iki zıddı birleştirmiştir.”
Hz. Mevlana`nın yaptığı bu tanımlama Yüce Rabb`imizin insan için yaptığı
tariften mülhemdir ve hiç şüphesiz insanın melek ve şeytan arasında gidip gelen
ikili yapısına yapılan bir vurgudur. İnsan kendisini hata yapmaya iten
hamlığından sıyrılmak için içindeki kötüyle amansız bir mücadeleye tutuşacak.
Bu mücadele onu pişirerek olgunlaştıracak; işte o vakit eşref-i mahlûkat olan
insan olacak.
Bu
Bizim Hikâyemiz
Âdem`in
(a.s.) cennette başlayıp yeryüzünde devam eden hikâyesinin en can alıcı noktası
melekler ve şeytanın bu hikâyenin birer tarafında bulunmasıdır. Âdem (a.s.)
yaratılıncaya kadar melekler Âlemlerin Rabb`ine en güzel şekilde ibadet ediyor,
O`nu en mükemmel hamt ve tespihlerle anıyorlardı. Ancak meleklerin kulluğu
iradi değildi. Onların yaratılışı isyana değil itaate programlanmıştı. Yüce
Allah, meleklerden ve diğer tüm yaratılmışlardan daha üstün bir varlık yaratmak
istedi, mahlûkatın en şerefli ve değerli varlığı olarak insanı yarattı. En
güzel surette yarattığı insana Hak Teâlâ isimlerin tamamını öğreterek varlığın
bilgisini kavrattı. Allah Teâlâ`nın isim ve sıfatlarının en güzel şekilde
tecelli edecek kıvamda yaratıldı insan. Akıl ve irade verilen insan, meleklerin
bile gıpta edeceği âlemin gözbebeği bir yaratılışla hayat buldu.
Peki,
Rabb`imiz insana neden bu kadar kıymet verdi ve onu böylesi üstün özelliklerle
mücehhez kıldı? Çünkü Yüce Allah bilinmek ve sevilmek istedi. Kutsi hadiste
bildirildiği üzere O, zorunlu olarak değil iradi olarak kendisini tanıyıp
inanacak ve itaat edecek bir varlık murat ettiği için insanı yarattı. İnsanı
diğer varlıklardan daha üstün bir konuma yerleştiren özellik, iyi ve kötü
arasında ayırım yapabilecek bir akıl ve iradeye sahip olmasıdır. Allah Teâlâ`ya
olan inanç ve kulluğunun kendi tercihi ile olmasıdır insanı yücelten. Rabb`inin
kendisine verdiği akıl sayesinde kendi insani varlığında tecelli eden hakikati
kavrama gücüne sahip olan insan, bu bilginin ışığında benliğini aşarak kemale
ulaşabilir. Bu yönüyle meleklerden üstün bir konuma yerleşir.
Yüce
Allah, insanı yeryüzüne halifesi olarak göndererek orayı imar ve ıslah ile
vazifelendirdi. Allah`ın halifesi olmakla insan, ağır bir sorumluluk ve yükümlülük
altına girdi. Kur`an-ı Kerim`de emanet olarak ifade edilen bu sorumluluk gökte
ve yerde bulunan varlıkların kabul etmekten imtina ettiği bir vazifeydi. “Biz
emaneti göklere, yerküreye ve dağlara teklif ettik, ama onlar bunu yüklenmek
istemediler, ondan korktular ve onu insan yüklendi.” (Ahzâb, 33/72.) Ancak
insan, Yüce Allah`ın kendisine verdiği bilgi ve yeteneklerle bu emaneti
layıkıyla taşıyacak ve koruyacak yetkinliğe sahip olarak yaratıldı. Emaneti
kabul eden insan hem Rabb`ine hem de tüm kâinata karşı da bir yükümlülüğün
altına girmiş oluyordu.
İnsana
tevdi edilen yükümlülük kabiliyeti çok yüce ve değerli bir emanettir.
Rabb`imizin yarattığı hiçbir varlık bu yetkinliğe sahip değildir. İnsan, bu
emaneti iyi muhafaza edip hakkını verdiği takdirde yaratılmışların en değerlisi
ve şeferlisi olur. Hakkını veremezse, sermayeyi kötüye kullanırsa, şeytana
uyarsa aşağıların aşağısına yuvarlanır. İşte bu yüzden insandan başka bir
varlığın yüklenmeye cesaret edemeyeceği kadar büyük, önemli ve değerlidir bu emanet.
(Kur'an Yolu Tefsiri, c. 4, s. 405.) Kendisine tanınan özgürlük alanı
içerisinde Rabb`ini tanıyıp O`na itaat eden, O`nun bildirdiği emir ve yasakları
gözeten bir hayatı yaşamak noktasında gayret gösterenleri yani bu ağır
sorumluluğu layıkıyla taşıyanları Rabb`imiz şöyle müjdelemektedir: “İman edip
salih amel işleyenler ve Rablerine karşı edepli olanlar, güvenen ve itaat
edenler var ya, işte bunlar cennet ehlidirler. Orada ebedî olarak kalırlar.”
(Hûd, 11/23.)
Şeytanın
İğvasına Kapılmak
İnsanın
hayat serüveninde yer alan diğer bir varlık da şeytandır. Melekler her ne kadar
insana saygı gösterme konusunda itiraz etseler de Yüce Allah`ın “Ben sizin
bilmediklerinizi bilirim.” buyurması ile Âdem`e gerekli saygı ve tazimi
gösterdiler. Ancak İblis bu itirazını sürdürdü ve insandan daha üstün olduğunu
iddia etti. Hâlbuki Yüce Yaradan, yarattığı insanı diğerlerinden üstün bir
konuma yerleştirmişti. İblis`in bu itirazı, onun ilahî huzurdan kovularak
kıyamete kadar insanoğluna düşman olması ile neticelendi. O artık insanı
ayartarak “ahsen-i takvim” olma vasıflarından uzaklaştıracak ve “esfel-i
safilin” olarak ifade edilen aşağıların aşağısı bir konuma indirmek için var
gücüyle çalışacaktı. İnsanoğlu ise aklına, iradesine, uyarıcı olarak gönderilen
peygamberlere ve ilahi kitaplara rağmen şeytanın ve nefsinin iğvasına aldanarak
hatalar yaptı ve yapmaya devam ediyor.
Kur`an-ı
Kerim`de yer alan bu kıssanın bize anlattığı diğer bir gerçek ise Yüce Allah`ın
insanı seçim ve kararlarında serbest bırakmasıdır. Bu, Yaradan`ın insana olan
güvenini gösterdiği gibi uyarılarına kulak vermediği zaman mükerrem olan asli
yaratılışından nasıl uzaklaşacağını da öğretiyor: “Ey Âdemoğulları! Sakın
şeytan ananızla babanızı, edep yerlerini kendilerine göstermek için kandırıp
cennetten çıkardığı gibi, sizi de belaya sokmasın! Çünkü o ve kabilesi sizi
kendilerini göremeyeceğiniz yerden görürler. Biz şeytanları iman etmeyenlere
dost kıldık.” (A`raf, 7/27.)
Eşref-i
mahlûkat olan insanı şeytana uymaya götüren olumsuz özellikler de insanın
yapısında potansiyel olarak mevcuttur. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi insanın
hem iyilik ve itaate hem de kötülük ve isyana gidebilmesi onu diğer
varlıklardan ayırmaktadır. Kur`an-ı Kerim`de buyrulduğu üzere insan; cahil,
zalim, kan dökücü, bozguncu, sabırsız, tamahkâr, cimri, hırslarına yenilen ve
nankör gibi kötü vasıfları da bünyesinde barındıran bir varlıktır. Şeytanın
vazifesi de insanı tüm bu kötülüklere çağırmak ve kendisine uymak üzere ikna
etmektir. İman etmeyen ve salih amel işlemeyen kimseler Allah Teâla`nın insana
verdiği onu yaratılmışların en mükemmeli kılabilecek imkânları kötüye
kullanmışlardır. Bununla da kalmayarak daha ileri giden ve kötülük yapmayı
meleke hâline getiren insanlar, sadece canlılık vasfı taşıyan alçalmış
varlıklara dönüşür. (Kur`an Yolu Tefsiri, c. 5, s. 648.)
Kendini
Arıtan Kurtuluşa Erer
Nefsin
ve şeytanın aldatıcı oyunlarına karşı dünya imtihanında galip gelmenin yolunu
da yine Tîn Suresi`nde bizlere bildiriyor Rabb`imiz: “Fakat iman edip salih
amel işleyenler için eksilmeyen devamlı bir ecir vardır. Artık bundan sonra,
ceza günü konusunda seni kim yalanlayabilir? Allah hüküm verenlerin en üstünü
değil midir?” (Tîn, 95/6-8.) İman eden ve imanının gereği olan güzel ve salih
amellerle hayatlarını bezeyenlere hem dünyada hem de ahirette kesintisiz bir
ecir ve kurtuluş vadediyor Rabb`imiz.
İnsanı
iman etmekten ve salih amel işlemekten alıkoyan da yine kendisidir. O yüzden
“Nefsini bilen Rabb`ini bilir.” denilmiştir. Yani özünü, kendini ve ruhundaki
ulvi hakikatleri görmek ve bilmek kişiyi tüm bunların yaratıcısı olan Rabb`ini
bilmeye götürür. Rabb`ini hakkıyla bilip tanıyan da O`na iman eder ve ona güzel
kulluk etmek için çabalar.
Nefsin
aldatıcı telkinlerine ve tuzaklarına kapılan insan ise kendisini mükerrem ve
şerefli kılan vasıflardan uzaklaşır. Zira Rabb`imizin de buyurduğu üzere nefis,
bir taraftan kötülüğü emrederken diğer taraftan da kendini temize çıkarma
peşindedir. Kötülükleri güzel ve cazip gösterir de insanı yoldan çıkarmaya
çalışır. İnsan için zorlu bir çekişme de nefis cephesinde başlar. Hz.
Peygamber, nefisle girişilen bu çetin mücadeleyi “büyük cihat” olarak
adlandırmış ve: “Allah`ım! Nefislerimizin şerrinden sana sığınıyoruz.” (Dârimî,
Nikâh, 20.) diye dua etmiştir. İçinde iyinin ve kötünün devamlı surette
mücadele hâlinde olduğu insanın en büyük sınavı da bu mücadelenin hangi şekilde
tezahür edeceğidir: “Nefse ve onu şekillendirene, sonra da ona iyilik ve
kötülük yapma kabiliyeti verene andolsun ki, nefsini arındıran kurtuluşa ermiş;
kendini kötülüğe düşüren de ziyana uğramıştır.” (Şems, 91/7-10.)
İnsan
bir taraftan yaratılmışların en şereflisi, Yüce Allah`ın yeryüzündeki halifesi
ve mukaddes emanetinin taşıyıcısı bir varlık iken diğer taraftan tutkularının
ve arzularının esiri, gerçeğe karşı direnen ve inkârcı bir karaktere
bürünebilmekte. Nefsini arındırıp gönül hanelerini mamur edenler ancak
istikamet üzere olup kurtuluşa ererler. Mevlana`nın da ifade ettiği gibi: “Teni
aşırı besleyip geliştirmeye bakma! Çünkü o, sonunda toprağa verilecek bir
kurbandır. Sen asıl gönlünü beslemeye bak! Yücelere gidecek ve şereflenecek
olan odur.”
İyilik
ve kötülüğün ezeli temsilcileri: Habil ve Kabil
Habil
ve Kabil iyilik ve kötülüğün simgeleri olmuş iki âdemoğlu… Aynı anne ve babadan
doğmalarına rağmen Habil; imanı, teslimiyeti ve takvası ile iyi insanın
timsali. Kabil ise hasedi, kıskançlığı, nefsinin ve şeytanın sesine kulak
vermesi ile kötü insanın misali. Onlar insanın bu dünyada başlayan ve kıyamete
kadar sürecek olan imtihana tabi olacak yeryüzünün ilk sakinleri… Onlarla
başlayan iyiliğin ve kötülüğün mücadelesi hep var oldu ve var olmaya devam
edecek ta ki siyahla beyazın birbirinden ayrılması gibi iyi ve kötü birbirinden
tefrik oluncaya kadar…
Âdem`in
(a.s.) oğullarından Yüce Allah`a birer kurban sunmalarını istemesi ile Kabil ve
Habil`in imtihanı da başlamış oluyordu. Habil koyun sürüsü içinde en semiz ve
güzel olan koçu taktim etti Rabb`ine. Kabil ise dolgun başaklar yerine en zayıf
ve cılız olan ekinleri gönülsüzce adadı. Kabule şayan olan kurban, gönül rızası
ile ve geciktirilmeden verilen Habil`in kurbanı olmuştu: “Hani her ikisi birer
kurban sunmuşlardı, birinden kabul edilmiş, diğerinden kabul edilmemişti.”
(Maide, 5/27.) Kurbanı kabul görmeyen Kabil, kıskançlık ve nefret ateşi ile
kavrulmuş ve kardeşini ortadan kaldırmaya karar vermişti. Habil`e seni
öldüreceğim dediğinde o, kötülük karşısında tüm iyilerin sesi olarak “Allah`a
yemin ederim ki sen beni öldürmek için bana el uzatsan da ben sana el uzatacak
değilim.” diyerek onun kötü niyetlerine karşı gücü yettiği hâlde karşılık
vermeyeceğini ve Allah`tan korkan bir kul olduğunu tekrar beyan etmişti.
(Maide, 5/28.)
Şeytan
ve nefis birlik olup Kabil`in kanına girdi. Tıpkı babaları Âdem`i cennette
ayarttığı gibi şeytan şimdi de kardeşine karşı Kabil`i kışkırtarak yeryüzünde
fitne ve fesadın fitilini ateşliyordu. Kurbanının kabul edilmemesini nefsine
yediremeyen Kabil, şeytanın oyununa gelerek kardeşine kıydı: “Derken nefsi onu
kardeşini öldürmeye itti de (nefsine uyarak) onu öldürdü ve böylece ziyan
edenlerden oldu.” (Maide, 5/30.)
Yeryüzünde
ilk kanın akması ile ilk kötülükle de tanıştı âdemoğlu. Sonra ekilen bu kötülük
tohumu büyüdü ve yeryüzüne yayıldı. Kötülüğü ortadan kaldırmak için iyiler
amansız bir mücadeleye girişti. Bugün Habil ile Kabil`in miras bıraktığı bu
mücadeleye sahne oluyor yeryüzü. Ama iyilik yeryüzüne hâkim oluncaya kadar
Habiller hiç vazgeçmeyecek ve nihayetinde kazanan iyiler olacak inşallah!
27 Temmuz 2020 14:39