Başarıyı paylaşmak güç, başarısızlığı üstlenmek ve onunla yüzleşmek ise daha güç! İlkelerini doğrudan dinden almayan ahlak başarıyla övünmeyi makul görür; bir başkasını itham etmek yerine başarısızlıkla yüzleşebilmeyi ise bu makul davranışın 'sağlaması' sayarak bireyselliği tespit eden bir yükümlülük kabul eder: Gelişmiş toplumda bireyler itibar elde edebilmek için bu şekilde motivasyon kazanır, başarılarıyla övünür, buna mukabil başarısızlıklarıyla yüzleşebilecek 'saygın birey' haline gelirler. Din ise her iki durumda da gerçek fail Allah'ı hatırlayarak birine şükrü, ötekine ise ibret almak ve ders çıkartmayı emreder. Başarıları sahiplenmede yeryüzünün iddialı toplumları arasında sayılırız herhalde; başarısızlıkla yüzleşmek yerine mazerete sığınarak veya itham ederek aradan sıyrılmak kurnazlığı ise müşterek bir tabiata dönüşmüş! Bazen açık bir şekilde birini itham ederiz, bazen de 'birileri', 'sistem', 'coğrafya', 'biz', kültür vb. somut muhatabı olmayan bir bilinmeze atıf yaparak sorumluluktan kurtulmak isteriz. 'İnsan kendini bilir, ne kadar mazeret sunsa bile.'
Kur'an-ı Kerim'deki bir ifadeye atıfla 'recmen bil'l-gayb', karanlığa taş atar gibi itham etmek diyebiliriz buna. İthamlar mutasyon geçirerek 'alt yapı' ifadesinde toplandığında ise en yaygın tarzına ulaşır. Söz gelişi üniversitelerde sık şahit olunan 'savunma' mekanizmalarından birisi 'alt yapı' yoksunluğuyla başlayan konuşmalarda görünür: Bir talebe herhangi bir başarısızlık karşısında 'alt yapım yok' dediğinde, tam teşekküllü bir hastaneden alınmış doktor raporu gibi, 'mazeret' susturucu hale gelmiş demektir; ne çözüm için yapılabilecek bir şey ne söylenebilecek söz vardır! Müşterek bir kaderden herkes kendi payına düşeni alır ve konu kapanır. 'Alt yapı' derken kurumun fiziksel şartları veya hali hazırdaki durumu kast edilmez; eğitim hayatının başlangıcından –belki daha öncesinden- şimdiye kadarki bütün süreçlerin 'olması gereken' standardın aşağısında bulunması kast edilir. Bütün süreçlerde normal sınırda olan tek kişi 'başarısız' talebedir: aslında o bir mağdurdur ve bu mağduriyeti mazeret olarak sunmaktadır!
Doktora çalışmasına başlayan bir talebe bunu söyleyebilir; yüksek lisans, lisans eğitimindeki talebe bir eksikliği söz konusu olunca ilk başvuracağı cümle budur: 'Alt yapı müsait değil.' İşin doğrusu şudur: Bir sorunu çözmek yerine mazeret ile geçiştirmek istediğimizde "sistem", 'alt yapı', 'devlet' hemen imdada yetişir ve üzerimizdeki en ağır yükü bizden çekip alarak bizi rahatlatır. Ne kendini savunacak durumda olan birisi suçlanmıştır ne düzelmesine imkan bir noksandan söz edilmiştir.
Böyle mazeretlerle sık karşılaştığım bir dönemde, bu savunma mekanizmasının nereye kadar inebileceğinin izini sürmüştüm: Acaba Türkiye'de bir talebe bu cümleyi ilk ne zaman kurabilir? Merak ettiğim buydu! Bunun doktora düzeyindeki talebelerde, yüksek lisans, lisans ve hatta lise eğitimi alan talebelerde sıkça kullanıldığını biliyordum. Bir vesileyle orta okula yeni başlayan bir talebe gurubuyla bir araya gelmiş, yazı yazma alışkanlığı kazanmanın gerekliliğinden söz ediyordum. İçlerinden birisinin bir sözü meselenin hakikaten bir "sistem" ve "alt yapı" meselesi (!) olduğuna beni ikna etti: Talebe 'Hocam! Biz yazmıyoruz, çünkü sistem' demişti. Galiba bizi yeryüzünün bilim ve düşünce üreten kesimlerinden koparan en önemli sorun, sorunlarla yüzleşmek yerine, 'sistem', 'alt yapı' , 'devlet', 'biz' gibi vb. belirsiz kurumları ve kimseleri itham ederek sorumluluğu üzerimizden atma kolaycılığımızdır.
ÂDEM VE İBLİS: SUÇU ÜSTLENMEK VEYA İTHAM EDEREK SAMİMİYETTEN UZAKLAŞMAK
Dinin belirgin özelliklerinden birisi insanı 'yükümlü varlık' saymasıdır: akıl ve baliğ olan her insan belirli davranışları yapmak veya bir kısmından kaçınmakla yükümlüdür. Her şeyden önce ahlaki bir varlık olmak insanın görevidir. Her doğan doğru bir insan olmak zorundadır; yapması gerekenleri kendisi yapacak, kaçınması gerekenlerden bizzat kendisi kaçınacak ve hiçbir şekilde mazeret sunmayacaktır. İnsanın Allah'a sunulabileceği bir mazereti yoktur; mazeret varsa o zaten hükümde mündemiçtir. İnsanı yükümlü saymak onda bir irade görmek demektir. Bu iradenin sınırları dini düşüncenin ciddi tartışma alanlarından biri olsa bile, neticede yükümlü insan aynı zamanda irade sahibi, bilen, düşünen ve yapabilen varlıktır. Bilhassa metafizikçiler 'ilahi emaneti' irade sahibi olmak şeklinde yorumlamıştır. İnsanın yükümlü varlık olması onun ilahi surette yaratılmasından kaynaklanır. İnsan bu sayede Allah'a halife olarak yaratıldı. Bütün bu niteliklerde bütün insanlar ortaktır: Öyleyse İslam'ın insan tasavvuru 'yükümlülüğü' üstlenen bir insan olmayı istilzam eder.
İslam'ın insan telakkisiyle ilgili en önemli unsurları Hz. Adem'in cennetteki varlığında bulabiliriz: Hz. Adem'in her işi ortak niteliğimizdir: o halifedir, biz de halifeyiz! O ağaca yaklaştı ve günah işledi, biz de yaklaştık ve günah işledik. O tövbe etti, biz de ettik vs. Dikkate değer hususlardan birisi Hz. Adem ile İblis'in ilk günahtan sonraki farklı tavırlarıdır: Adem mazerete başvurmak yerine 'Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik' diyerek suçu üstlenmeyi ve tövbeyi öğrendi. Bir eksiklik olduğunda veya günah işlendiğinde yapılması gereken ne ise onu yaptı: günahını üstlendi ve tövbe ederek Hakka iltica etti İblis ise 'Beni sen saptırdın' diyerek Allah'ı itham etti, ıslah yolunu eliyle üzerine kapattı.
Bir insan olarak gerektiğinde suçu ve eksikliği kabullenmek Hz. Adem'den bize tevarüs eden nebevi bir ahlaktır. Başkasını ithamla sıyrılmak istemek ve mazerete sığınmak ise samimiyetsizliğe delil teşkil eden şeytani bir tavırdır.